Neler Oluyor Hayatta

19 ARALIK 2000 "HAYATA DÖNÜŞ" KATLİAMI


07 OCAK 2001; İçeriden Mektubunuz Var...
19 Aalık 2000 tarihinde, Türkiye'deki 20 cezaevine eş zamanlı operasyonlar gerçekleştirildiğinde Edirne'de öğrenciydim. Gecenin geç saatlerinde evdeki arkadaşlarla yer yatağımızda yatarken birden televizyonlarda bu operasyonlarla ilgili görüntülere, haberlere tanık olduk. Haberin detayları bizi giderek daha fazla bir dehşetin içersine sokuyordu. Biz dışarıda televizyonların başındayken, bakın o sırada içeride neler yaşanıyormuş... On yıl sonra katliamın duruşmalarının ancak başlatılabildiği şu günlerde, operasyonun Bayrampaşa Cezaevi ayağını bire bir yaşamış bir isimden, H. Selim AÇAN'ın sonrasında zor şartlarda dışarı çıkarttırmayı başardığı mektubundan aktaralım:

Tanımlanması güç bir saldırı
19 Aralık 2000 günü, sabaha karşı bomba ve silah sesleriyle yataklarımızdan fırladık. Öncesinde hiçbir ön uyarı yapılmaksızın baskına uğramıştık. Saatime baktığımda 04:57’yi gösteriyordu. Özel donanımlı askeri timler, asıl olarak, bizlere kapalı olan orta kat koridorundan binaya girmişlerdi. Koğuş kapılarımızın açıldığı alt kat koridorundan (ana malta) da silah ve bomba sesleri geliyordu. İlk anda daha çok ses bombaları, gözyaşartıcı bombalar kullanıldığını tahmin ediyorum. Çünkü hızla giyinmeye çalışırken, gelen ilk gaz kokularıyla gözlerimiz de yaşarmaya başladı. Bu arada zaman zaman seri atış (tarama) biçimini alan sık aralıklı silah sesleri geliyordu. Çok geçmeden (takriben 15 dakika kadar sonra) koğuş kapı ve pencerelerinin açıldığı havalandırmaya gözyaşartıcı ve soluk almayı güçleştirici gaz bombaları yağmaya başladı. Dumandan ve gazdan karşımızdaki C-4 koğuşunu dahi (aramızdaki mesafe 8-10 metre kadardır) göremiyorduk. Soluk alamaz hale geldiğimiz için pencere önlerine yığıldık. Bu sırada çatılardan, daha çok pencerelerin üstündeki duvarlara gelecek şekilde (yani boy hizası üstü) ateş açılmaya başlandı. Bunun üzerine pencere diplerine çömelmek zorunda kaldık. Böyle bir operasyon olasılığına karşı kendimizi gaz saldırısından koruyabilmek için, elimizdeki olanaklarla önceden hazırladığımız maske ve gözlükler vardı. Bunlar aslolarak pet şişelerden yapılmış, gaz süzebilmesi için de ağız hizasına gelen bölümlerinde pamuk, kömür (karbon) parçaları, katlanmış sargı bezi vb. tabakaları olan ilkel maskelerle, etrafına terlik lastiği geçirilmiş pet şişeden kesilme “gözlük”lerdi. Başka da bir silahımız vb. yoktu. Gazın yoğunluğu karşısında, bunların hiçbir işe yaramadığını gördük. O ilk gaz saldırısından sonra, bunlar yerine, karbonatlı suda ıslatılmış havlularla ağzımızı, burnumuzu kapatarak kendimizi korumaya çalıştık.
F tipi” saldırısıydı yaşanan
sanıyorum bütün havalandırmalar bizimkisine benzer şekilde, yoğun gaz ve önceleri boy hizasının üstünde açılan sindirme-hareketsiz bırakma amaçlı ateşle kontrol altına alındıktan sonra, gelen bomba ve silah seslerinden, saldırının yoğunluğunun Ölüm Oruççuları’nın bulunduğu (cezaevi girişine göre daha arka taraflarda bulunan) C 13-14 ve C 15-16 havalandırmalarına kaydığını anladık. Tabii bu arada bizlerin bulunduğu C 3-4 havalandırmasıyla hemen arkamızdaki kadın koğuşlarının bulunduğu C 1-2 havalandırmaları boş bırakılmıyordu. Belli aralıklarla gaz bombaları atılmaya devam ediliyordu. Megafonla yapılan ilk çağrıları da bu sıralarda duymaya başladık. Bu çağrılarda önceleri, “Bunun Ölüm Oruççularını kurtarmak (!) amacıyla düzenlenen bir operasyon olduğu, kimsenin koridorlara çıkmaması, aksi taktirde vurulabileceği, herkesin yerinde kalıp güvenlik güçlerinin içeri girmelerini beklemesi” söyleniyordu. Bir süre sonra bu çağrıların yerini küfür, hakaret, teslim olmayanların “sonlarının iyi olmayacağı” tehditleri almaya başladı.

Bu durum, gün ağarana kadar böyle devam etti. Bu arada, elimizdeki radyo ve TV’lerden, 20 cezaevinde daha benzer operasyonların düzenlendiğini öğrendik. Bu iddia edildiği gibi “insani amaçlı” bir operasyon falan değil, düpedüz geniş çaplı bir katliam göze alınarak girişilen “F tipi” saldırısıydı. Adalet Bakanı ve hükümet, tüm kamuoyunu aldatmıştı. İki yönlü bir aldatma söz konusuydu. Hem “Gerekli yasal düzenlemeler yapılmadıkça F tiplerine geçişin ertelendiği” konusunda yalan söylenmişti, hem de “insani amaçlı bir kurtarma operasyonu” olduğu iddia edilen harekat baştan katliam çizgisinde yürütülüyordu. O ara aklıma, Mısır devletinin, 1980’li yıllarda düzenlediği bir ‘kurtarma operasyonu’ geldi. Kahire’ye kaçırılan Mısır Havayolları’na ait bir uçağa düzenlenen baskında, sözde kurtarılmaya çalışılan yüziki rehineden altmışikisi baskını yapan Mısır güvenlik güçleri tarafından öldürülmüşlerdi!!!

Günün ışımasından sonra, bizim bulunduğumuz bölümde saldırının şiddetinde nispi bir hafifleme olmakla birlikte, sağdan-soldan balyoz, kompresör (matkap) ve iş makinalarının sesleri gelmeye başladı. Bu arada 13-14, 15-16 havalandırması tarafından ara ara bomba ve silah sesleri geliyordu. Saat 10:00-10:30 sularında, arkalardan gelen sesler tekrar yoğunlaştı. Rüzgarın yön değiştirmesiyle, o taraflardan yükselen dumanları bizler de görmeye başladık. Gaz bombalarının beyaz dumanlarına karşın koyu siyah dumanlardan, başlardaki koğuşlarda büyük bir yangın çıktığını anladık. Bu arada, sık sık ağır silahlarla tarama seslerinin de duyulduğunu yoğun silah sesleri gösteriyordu.

Hedef gözeten kurşunlar
Saat 11:00 civarında bizim oralarda da saldırı tekrar yoğunlaştı. Hem çatılardan, hem orta katın bütün havalandırmaya bakan 3 penceresinden, hem de onun hemen üstündeki çatı altının briket duvarlarında açılan büyük deliklerden havalandırmaya ve bomba atıcılarla koğuş içlerine tekrar gaz bombası ve kurşun yağdırılmaya başlandı. Bu kez kurşunlar artık hedef gözetilerek üstümüze sıkılıyordu. Hareket eden herkes veya sürünerek hareket edildiği farkedilen her yer derhal ateş altına alınıyordu. Özellikle de içeriye düşen bombaları etkisiz hale getirebilmek için dışarıya/havalandırmaya attığımız pencerelerle, üzerine ıslak battaniye örtmeye çalıştığımız noktalara derhal kurşun yağıyordu. Bilinen G-3 veya MP-5’lerin dışında, sanıyorum çok özel silahlar da kullanılıyordu. Çünkü sağımızdan-solumuzdan geçen kurşunlar, arkamızdaki beton duvar veya demirlere çarptıktan sonra da misket bombası gibi parçalara ayrılarak yeni bir risk oluşturuyordu. Nitekim öğleden sonra saat 15:00 sularında açılan ateş sırasında arkamdaki duvardan seken bir mermi parçasıyla, üzerimdeki 4 kat giysiye rağmen, sağ omzumdan yaralandım. Aynı mermiden seken başka bir parça da, yanımdaki yoldaşım Turan Tarakçı’nın gözünün hemen kenarından yaralanmasına neden oldu.

Saat 11:00’deki saldırı sırasında, sözünü ettiğim noktaların dışında, bulunduğumuz üst kat koridorunun hemen başındaki tuvaletin, arkamızdaki bayanlar koğuşu ile aramızdaki ara mazgala bakan demir levha kaplı pencerenin kırılarak oradan da koğuşun içine ses ve gaz bombaları atılmaya başlandı. Bu saldırıdan itibaren kullanılan gaz katlanarak artmaya başladı. Aldığımız tüm önlemlere rağmen -ağzımızı, burnumuzu ıslak havluyla kapatma, ağzımızı betona yapıştırarak nefes almaya çalışma- artık soluk alamaz hale gelmiştik. Ciğerlerimin patlamak üzere olduğunu düşünmeye başladım. O sıra, Saddam’ın Halepçe Katliamı'nın “simgesi” haline gelen bir ana ile kız çocuğunun kucak kucağa kıvrılıp kaldıkları fotoğraf gözlerimin önünde canlandı. İrademin yanı sıra o görüntünün çağrışımı da, kendimi kaybetmeyip dişimi sıkma kararlılığımı perçinledi. Bu arada rüzgar imdadımıza yetişti. Gazın yoğunluğunu bir nebze olsun hafifletince, soluk alabilmek için çenelerimizi pencerelere dayadık. Bazı arkadaşlar çok fazla gaz yuttukları için yerlerinden dahi kalkamayacak durumdaydılar. Birbirimize yardımcı ve destek olarak onları da pencerelere kaldırdık. Gözlerimizin ve ciğerlerimizin adeta alev alev yanmalarının dışında, hemen hepimiz öğürüyor, öksürüyorduk. Durumu daha kötü olan bazılarımız, inlemeyle karışık bir biçimde nefes almakta dahi zorlanıyorlardı. Nefes alabilmek için vurulmayı göze alarak kafalarımızı pencerelere çıkarmıştık. Bu sıra ateşi kestiler. Gazın yoğunluğundan ve gözlerimizdeki yanma ve yaşarmadan dolayı biz onları göremiyorduk. Ama gaz maskelerinin yanı sıra çoğunun miğferlerinin üzerindeki gece görüş dürbününe benzer özel teçhizatları sayesinde sanıyorum onlar bizim durumumuzu gözleyebiliyorlardı. Ateşi de bu yüzden kestiklerini zannediyorum.
Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganıyla ilk ölümler
Bir parça kendimize geldikten sonra -bu arada rüzgar gazı epey dağıtmıştı- karşımızdaki C-4 koğuşunda kalan arkadaşların, alt kattaki yemekhanelerinin dış duvara yakın dip tarafında toplandıklarını ve onların da pek iyi durumda olmadıklarını farkettik. Tam bu sırada hemen arkamızdaki kadınlar koğuşundan, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganı ve tilili sesleri gelmeye başladı. Nasıl ve kimler olduğunu bilmediğimiz şehitler olduğunu anladık. Saatime baktım, 11:30’u gösteriyordu. Kadınlardan gelen sloganlara biz de sloganlarla karşılık verince üzerimize tekrar ateş açıldı. Pencere diplerinde yere yatarak kendimizi korumaya çalıştık. Ateş kesilip tekrar etrafa bakmaya başlayınca, karşımızdaki C-4 koğuşunun üst kattaki yatakhanesinin hemen girişinde yangın çıktığını gördük. Saat 11:40’tı. Yatak, battaniye, giysiler ve şahsi eşyalar dışında büyük ölçüde beton ve demir ranzalardan oluşan koğuştaki yangın kısa sürede o kadar hızlı büyüdü ve yayıldı ki, böyle bir yangın ancak yangın bombası kullanılarak çıkarılabilirdi. Zaten arkadaşların üst katı tamamen terkederek alt kattaki yemekhaneye çekildiklerini görmüştük. Yangın kısa sürede o kadar hızlı büyüdü ve yayıldı ki, alevler pencerelerden adeta fışkırıyordu, yayılan ısıyı karşıdan biz bile hissediyorduk. Bir süre sonra havalandırma duvarının cezaevi koruma taburuna bakan dış tarafından yükseltilen bir yangın merdivenindeki 2 itfaiyeci, yangına su ve köpük sıkmaya başladılar. İtfaiyecilere bağırarak, “Yangını bizlerin çıkarmadığını, bizleri önce gazla boğmaya şimdi de yakmaya çalıştıklarını, bizler sağ çıkmayacak olursak bu gerçeği kamuoyuna duyurmalarını” söyledik. Bu sırada 7 numaralı nöbetçi er kulesine çıkmış askeri üniformalı görevliler tarafından fotoğraf ve video çekimleri yapılıyordu.

C-4 yatakhanesinde çıkarılan yangını söndürme işlemleri 20 dakika kadar sürdü. Dip taraflara su sıkılamadığı için oralar yanmaya devam etti. Bu arada koğuşun kalın pencere demirleri dahi ecüş-bücüş olmuştu. Saat 12:30 sularında, bu kez C-4’ün arkasındaki C-5 koğuşundan yoğun siyah dumanlar yükselmeye başladı. Orada da yangın çıkarıldığını anladık. Bu arada, blokları bağlayan maltaların üstündeki çatıdan, özel donanımlı erlerin arka taraflara doğru sandık sandık bomba taşıdıklarını görüyorduk.
Kadın koğuşlarından gelen “Yanıyorlar!.. Yanıyorlar!” haykırışları
Saat 13:00’ü biraz geçiyordu. Kadınların oradan çığlık sesleri ve “Yanıyorlar!.. Yanıyorlar!” haykırışları gelmeye başladı. Belli ki onların orada da yangın çıkarmışlar ve bazı arkadaşlar alevler arasında mahsur kalmışlardı. Zaten bombaları, öncelikle çıkışa -kapı ve merdivenlere- yakın noktalardan açtıkları deliklerden atıyorlardı. C-4 yatakhanesi, gözümüzün önünde böyle yakıldı. Akşam bu kez bizim bulunduğumuz kattaki yangınlar böyle çıkarıldı.

Öğleden sonra saat 16:00-16:30’a kadar geçen süre içinde bizim oraya yeni bir yüklenme olmadı. Ama cezaevinin diğer taraflarından bomba ve silah seslerinin yanı sıra kompresör, balyoz ve iş makinalarının sesleri gelmeye devam ediyordu. Bu arada, bizim bulunduğumuz katta da, öndeki ve arka taraftaki odaların tavanları delinmeye çalışılıyordu. (Cezaevinin diğer koğuşlarından farklı olarak bizim kaldığımız C-3 koğuşu, zamanında revir ve tecrit koğuşu olarak yapılmış. Onun için hem üst hem de alt katı, genişçe bir salon biçiminde değil, dar bir koridor üzerine sıralanmış tek tek hücrelerden oluşuyordu). Yeni gaz saldırısının olmadığı bu kesitte, üzerimize zaman zaman ateş açılmaya devam edildi. Koridorda ancak sürünerek hareket edebiliyorduk. İçerde 14 kişiydik. Bunlardan yedisi TİKB davalarından (benim dışımda Kenan Güngör, Can Ali Türkmen, Turan Tarakçı, Tuncay Günel, Hakan Canpolat ve İsmail Yüce), dördü TKP (ML) davalarından (Aydın Hambayat, Cafer Camgöz, Hüseyin Yıldız ve Mehmet Can Targay), üçü ise TKP/ML davalarından (Hacı Demirkaya, Muzaffer Acunbay ve Hüsnü Turan) tutsaklardı. Herbirimiz 3’erli-4’erli gruplar halinde, doğrudan ateş görmeyen hücrelere dağılmış olarak geçiriyorduk bu saldırı arası kesitleri.
Enva-i çeşit bomba ve nokta atışları
Saat 15:00 sularında, 1996 SAG şehitlerinden Tahsin Yılmaz yoldaşın son nefesini verdiği yatağa oturmuş düşünüyordum. Yanımda da Turan Tarakçı vardı. Ara ara saldırının gelişimi, başka ne gibi korunma önlemleri alabileceğimiz vb. üzerine konuşuyorduk. Bir anda, öncekilere göre daha yakından gelen bir silah patlaması duyduk, aynı anda sağ omzumda yanmayla karışık bir acı hissetim. Üzerimde 2 kazak, 1 eşofman üstü ve fanila vardı. Turan’a, “Ben vuruldum galiba” dedim. O da sol gözünün üstünü tutuyordu. Gözünün dip tarafından da kan geliyordu. İkimiz de duvardan seken parçalardan yaralanmıştık. Oturma pozisyonumuzu ve vurulduğumuz yerleri düşününce, bu silah, bulunduğumuz hücrenin kadınlar koğuşuyla arasındaki ara maltaya bakan küçük penceresinden sıkılmıştı. Zaten bir süre sonra o hücrenin (baş taraftaki tuvaletten sonra 4. hücre) tavanı ve sözünü ettiğim penceresinin delinip, patlatılarak içeriye bomba atılmaya başlandığını farkettik. Aynı şekilde baştan 7. hücrenin de tavanı delinmişti. Her iki hücreyi de hızla boşaltarak, tedbir olarak kapılarına ıslak battaniyeler gerdik.

Saat 17:00’ye doğru, 20:45’teki çıkışımıza kadar yoğunlaşarak sürecek saldırı dalgaları başladı. Karşımızdaki C-4 koğuşu da düştüğü için, yan tarafımıza düşen öncekilere ek olarak tam karşımızdaki çatıdan, alt kattan, odalara açılan deliklerden üzerimize bomba ve kurşun yağmaya başladı. Enva-i çeşit bomba ve silah kullanılıyordu. Sabahtan beri kullanılanlara ilaveten -muhtemelen- sinir gazı ve el bombaları da kullanılıyordu. Nişan alınarak yapıldığı belli nokta atışlarının yanı sıra karşımıza mevzilenen ağır bir silahla çizgi halinde taranıyorduk. Hepimiz tek sıra halinde, koridor pencerelerinin altına gelen duvar diplerine yattık. Üzerlerimizi kalın giyinmiş (bu arada ben yaralandığım sıra üzerimde olan giysileri ıslandıkları için değiştirmiş, yine 3-4 kat giyinmiştim), ıslak havlu ve battaniyelerle yüzümüzü ellerimizle korumaya çalışıyorduk.
"Beyni boşaltan" sinir gazı
Bu dalgalar sırasında, sabah yaşadıklarımızdan çok daha yoğun gaz kullanılıyordu. Ortalık da kararmıştı. Önümüzdeki ve arkamızdaki arkadaşları dahi güç seçebiliyorduk. Nefes alabilmemiz ise adeta olanaksızlaşmıştı. Özellikle o sinir gazı, tam anlamıyla soluksuz bırakmanın yanı sıra vücudu elektrik çarpmış gibi titretiyordu. Edirne’ye gelirken ringde bir yoldaş yaşadığını, “Parmak uçlarımdan sanki içime bir şey akıyor ve beynim boşalıyormuş gibi bir hisse kapılıyordum” şeklinde tanımlıyordu. Edirne’de karşılaştığımız Çanakkale ve Bursa’dan gelen arkadaşlar da sinir gazının etkileri konusunda benzer şeyler anlattılar. “İnsanlar kontrollerini kaybediyor, bağırıyor, çığlıklar atıyor, daha sonra kendilerini halüsinasyonlar gördükleri bir uykudan uyanmış gibi hissettiklerini söylüyorlardı” dediler. Benzer şeyler bizim orada da yaşandı. İçeriye düşen bombaların epey bir kısmını -vurulma riskini göze alarak- tekrar havalandırmaya attığımız veya üzerine ıslak battaniye örterek etkisizleştirdiğimiz halde içerde kalmak gitgide güçleşiyordu. Buna rağmen direnmekte kararlıydık, kimsede teslim olma düşüncesi yoktu.
Gaz ve kurşun sağanağı
Dalgaların arası sıklaşmıştı. Bu arada megafonla veya seslenerek, içerde kaç kişi olduğumuzu öğrenmeye çalışıyorlar, “Bütün diğer koğuşların çıktığını, geriye bir tek bizim kaldığımızı, bu gece bu işi bitirmeye kesin kararlı olduklarını, çıkmadığımız taktirde çok daha fazla gaz kullanacaklarını, ya üzerine filit sıkılan böcekler gibi boğulacağımızı ya da vurulacağımızı, çıkacak olursak işkence ve dayak olmayacağı sözünü verdiklerini” anons edip duruyorlardı. Fakat operasyonu yöneten sorumlu subay tarafından megafonla yapılan ‘ılımlı’ havadaki bu ‘resmi çağrı’lar, dört bir taraftan gelen galiz küfürler, hakaret ve tehditler arasında kaybolup gidiyordu. Birbirleriyle yaptıkları konuşmalardan, içerde bizim en fazla 3-4 kişi olduğumuzu zannettikleri anlaşılıyordu. Zaten 20:45’te dışarı çıktığımızda, ondört kişi olduğumuzu görünce çok şaşırdılar. İlk karşılaştıklarımızdan bir üsteğmen, “Bu kadar adam nereye sığdınız? Nasıl durabildiniz içerde?” diye sorarak bu hayretini dile getirdi.

Gaz ve kurşun yağmuru, dedikleri gibi, yoğunlaşarak sürdü. Çeşitli noktalara kurdukları projektörlerle sürekli koridoru tarıyorlar, hareket gördükleri noktayı ateş altına alıyorlardı. Daha önce de belirttiğim gibi, hepimiz pencerelerin altındaki kalorifer peteklerinin diplerine veya boşluklara tek sıra halinde yatmıştık. Bu sıranın biraz dışına kayan veya vücudunu hafifçe yükseltenin kurşunu yemesi kaçınılmazdı. Saat 20:00-20:45 sularında, koridorun girişinde bulunan -yani bizim çıkabileceğimiz tek yerin ağzındaki tuvalet ile ondan sonra gelen 1. ve 2. hücrelerden alevler fışkırmaya başladı. Tavanda açtıkları deliklerden ve/veya küçük ara mazgal pencerelerinden yangın bombaları atmışlardı. Önlerdeki arkadaşların korunması için olabildiğince geriye doğru büzüştük. Bu arada suyumuz tükenmeye yüz tutmuştu. Çünkü her gaz saldırısı sırasında soluk alabilmek için, ellerimizi ve yüzümüzü gazın yakıcı etkisinden koruyabilmek için, ellerimizdeki havluları sulara batırıp batırıp üstümüzü ıslatıyorduk.

Alevler içinde tutuşmama çabası
Çok geçmeden baştan 4. ve en arkadaki 9. hücrelerde de yangın çıktı. Tam anlamıyla “iki ateş arasında” kalmıştık. Alevlerle aramızdaki bağlantıyı kesebilmek için aradaki leğen, bidon, battaniye vb. türü eşyaları uzaklara atmaya veya elden ele geçirerek boş odalara atmaya çalışıyorduk. Fakat sürekli ateş altında tutulduğumuzdan bu kolay olmuyordu. Üstelik yerler su ve cam kırıkları içindeydi, alevler de çok hızlı büyüyor ve yayılıyordu. Biz arkada belli bir kontrol sağlayabilmiştik. Fakat ön tarafta daha fazla hücre yandığı için oradaki arkadaşlar zorlanıyorlardı. Nitekim Turan Tarakçı bu çabalar sırasında vuruldu. Daha önce tavandan atılan gaz bombalarının etkisini azaltmak için zemini ıslatıp kapısına ıslak battaniyeler gerdiğimiz 4. hücrenin kapısındaki battaniyeler tutuşmuştu. Onları asılarak sökebilmek için duvar dibinden yine sürünerek hafif yana doğru açılır açılmaz sol omuzundan kurşun yedi. Yarası ağırdı ve kan kaybediyordu. Biraz daha geriye çekerek yarasına tampon yapmaya çalıştık. Tam bu sırada, önüne uzandığımız 7. hücrenin tavanındaki delikten bir el feneri uzatıldı. Etrafı taradıktan sonra bizleri farkedince fener söndü. Hemen ardından korkunç bir patlama sesi duyuldu, el bombası atmışlardı. Bir elimle Turan’ın kafasını korumaya çalışırken, bir elimle de başka bir havluyu -yüzümü de örtecek şekilde kendi kafamın üzerine attım. Patlamayla birlikte etrafa şarapnel ve cam parçaları fırladı. Bunlardan birinin belime saplandığını daha sonra farkettim. Hemen arkamdaki İsmail Yüce de çeşitli yerlerinden yaralandığını söyledi.

Patlamanın şiddetinden, hücrenin kapısındaki kalın demirler bile yamulmuştu. El bombasını müteakip aynı delikten o hücreye de yangın bombası atıldı. Artık önden arkadan her yer yanıyordu. Alevlerden uzak durabilmek için birbirimizin üzerine yığılmıştık adeta. İsmail önlere doğru kaydı. Fakat onun arkasındaki Hacı Demirkaya ve Aydın Hambayat geride mahsur kalmışlardı. 7. hücrenin kapısından fışkıran alevler Aydın’la aramıza gelmişti. Olabildiğince sıkışıp büzüldüğümüz halde alevlerden uzaklaşamıyorduk. Çünkü toplam 9 hücreden 2’si hariç hepsi yanıyordu. Ayakkabımın tabanındaki lastiğin yumuşamaya başladığını hissediyordum. Elimizin altında kalan 1 şişe suyu ayakkabılarıma ve paçalarıma dökerek giysilerimin tutuşmasını geciktirmeye çalışıyordum. Bu sırada önlerdeki arkadaşların, “Yapabilecek hiçbir şeylerinin kalmadığını, tutuşmak üzere olduklarını” belirterek “Çıkalım” önerisi geldi. Herkes mutabık olunca, “Ateşi kesmelerini, çıkmaya karar verdiğimizi” duyurduk.

Bunun üzerine saldırıyı durdurdular. Harekatı yöneten ve megafonla konuşan subaydan “Yanmak üzere olduğumuzu, ayrıca bir yaralımızın bulunduğunu, öncelikle geride mahsur kalan arkadaşlarımızın bulunduğunu, dip tarafla merdivenlerin olduğu ön tarafa su sıkılmasını istedik”. Bunları yaptılar. Fakat kullandığımız malzemeler aşırı ısınıp eridikleri için, ön taraftaki arkadaşlar kat girişine kurduğumuz barikatı açamıyorlardı. Bunun üzerine, dışarıdan yardım etmelerini istedik. Kendi aralarında “Ayırıcı” olarak adlandırdıkları görevlileri gönderdiler. Bunlar elektrikli testerelerle barikatta bir gedik açtılar. Önce Turan’ı gönderdik. Arkasından birbirimizle kucaklaşarak birer birer çıkmaya başladık.
Dipçik ve cop darbeleri altında çıkış
Merdivenlerde, özel donanımlı ve çoğu rütbeli subay ve astsubaylar tarafından karşılandık. Her yer yanmış-yıkılmış, demir ve beton parçalarıyla doluydu. Bunlar maltanın iki tarafına, ikişer, üçer sıra oluşturacak şekilde dizilmişlerdi. Erlerin çoğu robocop giysili, subay ve astsubayların çoğu ise ileri teknoloji ürünü teçhizatlıydı. Özellikle koğuş kapısının ağzında, çoğu üsteğmen rütbeli subaylar çoğunluktaydı. Herbirimizi ince bir üst aramasından geçirdikten sonra ikişer-ikişer birbirimize kelepçelediler. Ben tek kaldığım için beni tek kelepçelediler. Bu arada yanıma gelen üsteğmenlerden biri, “İçerde başka kimse olup olmadığını, varsa söylememi, çünkü girmeden evvel koğuşu tekrar bombalayacaklarını” söyledi. Bu işlemler ve konuşmalar olurken, sağdan-soldan her birimize küfür ve hakaret yağıyordu. Sorumlu bir subay, görebildiğim kadarıyla bir binbaşı veya yüzbaşı, herbirimizi bir astsubay ve refakatindeki erlere “zimmetleyerek”, “Bunlara kimsenin vurmasına izin vermeyeceksiniz!” emrini verdi. Eğer böyle kesin bir emir verilmemiş olsaydı, bizim o maltadan değil sağ, bütün halinde çıkabilmemiz dahi mümkün olmazdı. Buna rağmen, arka taraftaki er yemekhanelerine gidene kadar hepimiz, başımıza, suratımıza, sırtımıza, belimize, diz kapaklarımız ve kaval kemiklerimize inen dipçik ve cop darbelerinden tekme ve yumruklardan kurtulamadık. Öyle ki, bina dışına çıktığımızda, “Emir var, vurulmayacak!” diye bağırarak bizi korumaya çalışan astsubaylar dahi hırpalandı bu saldırılar sırasında.

Cezaevi binasının yan tarafındaki er yemekhanelerine götürüldük. Burada daha üst rütbeli subaylar nezaretinde kurulan çeşitli masalarda kimlik tespitleri vb. yapıldı. Geriye sadece bizim koğuş kaldığı için 45 dakika-1 saat kadar süren bir işlemden sonra, ellerimiz arkadan sıkı sıkıya kelepçelenerek ring arabalarına bindirildik. Gece saat 22:00 civarında, Edirne’ye doğru yola çıktık. Arabaya binmeden evvel geriye dönüp baktığımda, projektörlerin aydınlattığı bizim havalandırmadan hala yoğun dumanlar yükseliyordu.
Edirne hücreleri girişindeki işkence
Bizim bindirildiğimiz ringde yirmiüç kişiydik, C-4’ten ve C 13-14 havalandırmasından gelen arkadaşlar vardı. C 13-14’ten gelenlerden üçü 1. ÖO ekibinden, üçü de 2. ekipten, Ayhan Koş ayağından kurşunla yaralanmıştı. Üstünkörü sarmışlar ve o haliyle arabaya bindirilmişti. Zaten hemen hepimiz aşırı yorgun, yıpranmış, yaralı-bereli bir haldeydik. Yaralar soğudukça acılar açığa çıkıyor ve artıyordu. Fakat arkadan sıkı sıkıya vurulan zincirlerin acısı bir süre sonra hepsini bastırmaya başladı. Yola çıkmadan evvel zincirlerin hiç olmazsa bir parça gevşetilmesi yönündeki başvurularımız, “Sıkın dişinizi, 2 saatlik yol gideceğiz zaten...” denilerek reddedildi.

Edirne’ye belki 2-2.5 saatte geldik. Fakat ilaveten arabanın içinde 12 saatten fazla bekletildik. 4 ring halinde getirilmiştik. İçeri alma işlemlerine sabaha doğru başladılar. Herkes tek tek alınıyor ve işlemler “uzun” sürüyordu. Bunun nedenini içeri girince anladık. Yalnız sıra bizim arabaya gelince, yani içeri girmeden 1-1.5 saat kadar önce kelepçeler öne alındı. Bunun dışında ne su, ne tuvalet, hiçbir ihtiyacımız giderilmedi. Ellerimiz kütük gibi şişmiş, bileklerimizde yeni yaralar açılmış, kollarımız omuz başlarından kopmuşçasına uyuşmuştu.

Nihayet bizim de sıramız geldi. İlk olarak girişte soldaki bir odaya sokuldum. Odada subay, astsubay ve erlerin dışında, polis olduklarını düşündüğüm sivil şahıslar da vardı. Bir taraftan parmak izi alınıp yargılandığım dava, yargılandığım madde, kaç yıldır tutuklu olduğum vb. sorulup formlar doldurulurken, bir taraftan da “psikolojik sorgu” mahiyetinde sorular soruluyordu. Burada saçlı-sakallı halimizle fotoğraf ve video çekimleri de yapıldıktan sonra bu kez karşıda -girişe göre sağda- bir odaya götürüldüm. Burada da görevli astsubaylar tarafından bazı formlar dolduruldu. Oradan bitişikteki bir odaya alındım. Burada zorla saç-sakal kesiliyordu. Onun yanındaki odada da içlerinde ellerine ameliyat eldivenleri takmış 2 uzman çavuşun da bulunduğu astsubay ve erler tarafından çırılçıplak soyularak makat kontrolünün de yapıldığı bir arama dayatılıyordu. Bu onur kırıcı yaptırım ve uygulamalara karşı çıkan vahşice dövülüyordu. Burada yediğim dayaklar sonucu kaburgalarım kırıldı veya ezildi. Kendimden geçmiş bir halde yandaki 3. odaya sürüklendim. Burada da o halde -önüme numaralı bir levha tutularak- fotoğrafım çekildi. En sonunda kalabalık bir infaz koruma görevlileri tarafından sürüklenerek bir hücreye getirilip atıldım.

Yerimden kalkamıyor, soluk almakta güçlük çekiyordum. Getirildiğim hücrede, üzerine bir battaniye, çarşaf, yastık kılıfı, nevresim atılmış bir yatak, bir çelik dolap, bir plastik masa ve sandalye vardı. Kendimi güçlükle yatağa attım. Battaniyeyi naylondan çıkarıp üzerime çekecek gücü bile bir süre bulamadım. Yere düştüğüm sıra, karnıma ve kasıklarıma da yediğim tekmelerin etkisiyle farkına bile varmaksızın idrarımı altıma kaçırmıştım. O halde, yerimden kalkmaksızın 5 gün yatağa bağlı kaldım. O süre zarfında ve sonrasında da sadece ilk günün gecesi, o da birkaç kez söylemem ve sayımda da durumumun kötü görünmesi üzerine revire çıkarıldım. Orada da bir Algesol krem sürüp geri gönderdiler.

Bütün bu yaşadıklarımı ana başlıklar halinde özetleyerek, 1 Ocak 2001 tarihli 2 sayfalık bir dilekçe ile Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı ile onun kanalıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ve Adalet Bakanlığı’na suç duyurusunda bulundum. Ama duyduğum kadarıyla, bu katliam işkence ve eziyetlerin sorumluları hakkında değil, bizler hakkında soruşturma açılmış.

H. Selim AÇAN
Edirne F Tipi Cezaevi
7 Ocak 2001
Tags: , , , , , , , , , , , , , ,

8 yorum

  1. Tabii içeriden gelen anlatımlar önemli. Daha önce de Birgün gazetesi Hacer Arıkan ve Münevver Köz Aşçı'nın yaşadıklarını aktarmıştı:

    http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1290677566&year=2010&month=11&day=25

    Ben de buraya bazı linkleri koymak istiyorum, arşiv niyetine burada da bulunsun, ki kimin ne olduğunu bilelim, unutmayalım:

    http://yfrog.com/msadsz2k0p
    http://yfrog.com/5kadszzulp
    http://yfrog.com/5dadsz3mmp
    http://yfrog.com/2gadsz4lp
    http://yfrog.com/ndadsz5ozp

    Oral Çalışlar'ın konuyla ilgili yazısı:

    http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1030284&Yazar=ORAL%20%C7ALI%DELAR&Date=26.11.2010&CategoryID=98

    Ve bu yazının muhatabı şahsın yazısı:

    http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/12/14/271597.asp

  2. Madem bir arşivlemeye giriştik bir link de ben aktarayım. O dönem operasyonu yönettiği iddia edilen Tümgeneral Osman Özbek'in bu konuyla ilgili sanırım ilk röportajı. Aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

    http://www.stargazete.com/politika/operasyon-hukumet-karariydi-muhatap-onlar-olmalidir-haber-311790.htm

  3. Ergun Babahan'dan katliam sürecinde yaşananlara ilişkin basının tavrına, sert sayılabilecek bir yorum gelmiş. Linkini aktarıyorum:

    http://www.stargazete.com/gazete/yazar/ergun-babahan/katillerle-yandaslik-311780.htm

  4. Ümit Kıvanç da bu konuya ilişkin bir yazı yazmış Taraf'ta. Paylaşıyorum:

    http://taraf.com.tr/umit-kivanc/makale-devlet-girdi-nin-otesi-berisi.htm

  5. Habertürk'te Umur Talu yazmış, iyi yazmış, güzel yazmış: Birdirbir.

    http://www.haberturk.com/medya/haber/575617-birdirbir

  6. Size bir de TKP'nin "SOL" dergisinden bir yazıyı aktarayım. Erdinç paylaştı benimle de. Üzerinden zaman geçmiş bir yazı ama gündemimizle bağlantılı olduğu için paylaşayım. Yazıda geçen Ali Suat Ertosun ismi F Tipi'nde kalanlar için faşizmin çok net bir adresidir!
    TKP neyin adresidir onu da artık okurlara bırakıyorum ve aktarıyorum:

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/roma-hukukunu-orman-kanununa-cevirdiler-29854

  7. Yazıyı kaldırmışlar. Neden acaba?

  8. Yoo kaldırmamışlar, şimdi yine açtım linki girince... Bir daha bak istersen...

    Yazının başlığı "Roma Hukuku'nu orman kanununa çevirdiler!" Ahmet Çınar'ın yazısı...

Yorumsamacılık