Neler Oluyor Hayatta

VİCDAN

 
VİCDAN
Bu kavramla tanışıklığımın bir tarihini kestirebilmem mümkün değil. Belki de kavramla daha tanışmadan pratiğiyle tanışmışımdır, bunu da kestiremiyorum. Ama söz konusu tanışmanın gerçek anlamda bir tanışma anlamını taşıması gerekiyorsa, bunun miladı; elbette “ahbarik”imizin “Ergenekon” Caddesi’nde boylu boyunca uzanan cansız bedeni, yaşamlarımızın çıplak damlarında “güvercin” taklalarına asılmış suretidir.
 Bu topraklar üzerinde henüz faşistleşmeme kabiliyetini - özel bir çaba istediğinden şüphem yok artık - gösterebilen memleketlilerimizin, ahbarikiyle başbaşalığında içine düşen ateşlerin her seferinde yangınlara dönüşmesine, kardeşimiz Hrant’a verdiğimiz  kod addır vicdan...
 Bu dehşetli tanışmanın, bugüne kadar olan her şeyi ama her şeyi bir daha gözden geçirmeye, bu topraklarla olan bağlarımızı en başından yeniden, yeniden  sorgulamaya itmediğini kim söyleyebilir? Buralardan gitme isteğiyle boğulan yeni bir nesil yarattı DEVLET! Gitmeyenlerimizi tutan yegane el, belki de yine Hrant’ın elidir...  Gitmeyi değil, değiştirmeyi arzu eden bu elin gönül toprağımıza ektiklerine vicdan dedik, yine!
 İnsanlığın bu en adilane mevhumlarından biri olan vicdan, günü gelince, pekala körelebiliyormuş da! Yoksa bir güvercin nasıl olur da  vurulabilirdi, her şeyden önce kimilerinin vicdanlarında, uluorta?
 Bu yazının derdi, “körelebilen vicdanlar” üzerine konuşmaktır. Körelebilen bir olgunun, insanı insan yapan en temel mevhumlardan biri olarak referans alınmasında sahiden bir terslik yok mu? Burada tüm kapılardan sonra insanlığın vicdan kapısını çalanlara sözüm yok, umutsuz yaşanmıyor zira. Fakat yaşamın bu gidişinden memnun olmayanların örmesi gereken mücadele hattının, vicdanlara terkedilen insanlık durumlarına farklı bir boyutta sahip çıkması gerekliliğidir. Zira kanıt ihtiyacı ortadan kalkmış körelen vicdan olgusuna tanık olunan bir yüzyılda, sahaları vicdana terketmenin, başlıbaşına bir vicdansızlıkla hemhal olma pratiği doğurduğunu tespit etmek, bu vakitler bir öngörü olgunluğuna dahi işaret etmiyor kanımca. Böylesi bir tutumun, aksine bu durumu yeniden ürettiğini bile iddia etmek mümkün. Yani birazcık pozitivizme yüz sürecek olsak, gerisi gelir zaten...
 Geçmiş olandan güncel olana doğru bir yolculuk denemesi yapalım istiyorum aslında ama bir blog yazısının sabrını da zorlamak istemiyorum. Örneğin 19 Aralık 2000’de yirmi cezaevine birden gerçekleştirilen operasyonlarda yakılarak, gazla boğularak, kurşunlanarak katledilen devrimcileri hatırlamanızı isterim bu yazı boyunca. Keza 19 Ocak 2007 tarihinde  arkasından üç kurşunla vurulan ahbarikimizi... İstanbul’da 09 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşen büyük sel felaketinde kapısı, penceresi olmayan bir serviste Pameks Tekstil Fabrikası’ndaki işlerine gitmeye mahkum yedi bizar kadın işçinin, çaresiz ölümünü... O kadar karanlık sayfaları var ki bu memleketin, herkes acısını söylemeye utanır vaziyete düşmüş. Biri, bir acısından bahsedecek olsa, bir başkası çok daha büyük bir acıyla üstüne geliyor adeta insanın...
 Güncel bir meseleyle devam edelim. 04 Aralık 2010 tarihinde Dolmabahçe’de “demokratik açılım” adına  rektörlerle buluşma gerçekleştiren başbakan konuştukça, dışarıda öğrencilere karşı şiddetin dozu adeta daha da artıyordu. Güncel anlamda yaşadığımız acılardan biri de bu oldu.
 Theodor W. Adorno, Los Angeles Times Gazetesi’nin “yıldız falı” sütununa sık sık mektup yazan kişilerin sorunları ve bu sütunda kendilerine verilen yanıtlar hakkında içerik çözümlemesine girişmiş vaktiyle.  Yaşanan güncel olayın içeriği ve bu duruma karşı insanların verdiği tepkiler üzerine ben de birkaç not paylaşacağım. Okur da kendince bir çözümleme girişiminde bulunsun istiyorum.
 Olayların gelişimini hatırlayacak olursak; başbakan’ın Dolmabahçe’de rektörlerle yaptığı görüşmeyi protesto etmek ve taleplerini bir dosya halinde toplantıya sunmak adına  İstanbul dışından ve içinden üniversite öğrencileri  Dolmabahçe’ye doğru harekete geçmişlerdi. İstanbul dışından gelenleri, İstanbul’a girmek yasakmışcasına, serbest dolaşım hakkının da içine ederek şehrin sınırlarında durdurdular. Baskı, şiddet, gaz, dayak, cop derken istanbul’a sokmama başarısını elde eden emniyet, Kabataş’ta da öğrencilerin önüne barikat kurdu. Gelin bundan sonrasını gündeme taşınan öğrencinin kendisinden dinleyelim; alıntının uzunluğunu bağışlayın lütfen:
İsminin kısaltması E.Ö.
“O gün Dolmabahçe’ye yürümek üzere Kabataş’ta toplandık. Daha yürüyüşe geçmemiştik ki, çevik kuvvet kitleyi zorla kaldırıma iteklemeye başladı. Ancak, izinli bir yürüyüş olduğundan ve bizden önce başbakan ve rektörler arasında yapılan ilk toplantıyı protesto edenlere müdahale edilmediği için böyle bir saldırı olacağı hiç aklımızdan geçmedi.
Ben arkadaşlarımla kitlenin ortasında yer alıyordum. Dolmabahçe’ye doğru ilerlerken, birden yakın mesafeden gaz sıkmaya başladılar. Ne olduğunu anlamadan birden çevik kuvvetlerin üzerimize doğru geldiğini fark ettim. Geriye doğru kaçmaya çalışırken biri beni yakaladı. Ancak tam darp edecek iken elinden kurtulmayı başardım. Koşmaya başladım. Beni kovalayan aynı çevik kuvvet bir an ayağı takılıp yere düştü. Ancak daha sonra peşimden koşarak beni yakaladı. ‘Dur vurma hamileyim’ dememe rağmen copla karnıma vurdu.

Birden etrafım sarılmıştı, biri arkadan belime ve sırtımı coplarken, diğeri karnıma vuruyordu. Yere yığıldım, ancak bu defa postal darbeleriyle vurdular. Yerde acı içinde kıvranıyordum. Arkadaşlar yardımıma koştu. Beni yerden alarak Kabataş iskelesinin oraya götürdüler.

Yediğim gazdan ve darpların acısına etkisiyle kanama geçirdiğimi o anda anlamadım. Daha fazla dayanamadım ve baygınlık geçirdim. Beni hemen taksiye bindiren arkadaşım Taksim İlk Yardım Hastanesine yetiştirdi. Ancak zulüm burada da sürdü. Gözaltlıları sağlık kontrolünden geçiren polis, durumum ağır olmasına rağmen hastanesinin acil bölümüne sokmadı. O halde beni iki büklüm taksinin içinde beklettiler. Daha sonra arkadaşım sedye getirdi ve taksicinin yardımıyla acile girebildim.

Hamile olduğumu ve darp edildiğimi söyledim. Acil bölümünde doktor muayenesine yönlendirdiler. Beni ultrason bölümüne yolladılar. Orada benim ve bebeğin sağlıklı olduğunu söylediler. O an çok sevindim. Ne olur olmaz diye sabaha kadar müşahede altında tutacaklarını söylediler. Doktorlar kanamanın büyük ihtimale darpların sonucunda meydana geldiğini belirtiler.

4 saat boyunca serum verdiler. Sonra tekrar ultrasona soktuklarında bebeğimin kalp atışlarının durduğunu söylediler. O anda dünyam yıkıldı. Panikledim, ağlamaya başladım. Yürüyemiyordum olayın şokuyla gaz içinde kalmış olan ellerimi yıkadım.

Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah erkenden beni tekrar ultrasona soktular ve bebeğin tamamen hayatını kaybettiğini söylediler. Mahvolmuştum. Ağlamak dışında yapabileceğim bir şey yoktu.”
 Öfkelenmemek, yaşananlara isyan etmemek mümkün değil gerçekten! Mümkün mü değil mi göreceğiz birazdan… Ama önce bir şeye dikkat çekerek; “Yaradılanı yaradandan ötürü sevenlerin” öğrenciyle imtihanıdır izlediğimiz. Kalemine, ufkuna ve insanlığına en güvendiğimiz kalemlerden biri; “Mağdur rolüne gönül indirmek, zalim olmaya can atanların tıynetidir.” buyurmuştu. Bu değerli fısıltıyı kulağımızdan eksik etmeden, anlayışınıza sığınarak, en basitinden bir günlük gazetenin internetteki haber sitesinin, konuyla ilgili haberinin altına girilen yorumlardan bir kısmına bakalım. Birçoğunun yaşları ve yazdıkları şehirler de mevcut. Bir kısmının yaşına bakınca “gün görmüş” olmasını umuyorsunuz ya da daha genç yaşta olanların akranlarının tavrını daha iyi algılamasını bekliyorsunuz hiç yoksa… Yani vicdan diyorsunuz, ister istemez! İmlasına dokunmadan, şimdi bakalım vicdan, bizim memleketimizde ne menem bir şeymiş:
 best_van İstanbul - 1980
bana bu kişilerin öğrenciye benzediğini kimse ıspatlayamaz
oburs - 1972
Hak Arama..
Elbette Tüm Türk Vatandaşı Hakkını aramalı. velakin. Öğrenci ;Okulunda eğitimini bırakıp Devletin büyüklerini protesto etmeyecek. Devletin Polisine Sopa ile vurmayacaksın..Vuramazsın. Seni o yaşa kadar 1001 emek ve zahmetle dünyaya getiren ailen seni okutmaya gönderiyor. Sen öncelikle OKUYACAKSIN.OKUMALISIN. Ayrıca bir anne adayı olarak ne işin var senin oralarda.Annelik Bu kadar Kolay mı. KULLANILMAYIN..OKUYU
65ayhan Ankara - 1965
madalyonun diger yuz
Hamile, ogrenci, 19 yasindaki kizimiz mitinge katiliyor ve polis dayagindan dolayi cocugunu dusurdugunu idda ediyor.Bu onun iddiasi ne bilelim coucgu kendi dusrmedigini?Ogrenci ve 19 yasinda cocuga bakamiyacagini anlayinca boyle bir bahane uydurmus olabilir. Sorumluluk sahibi bir anne adayinin ne isi olurki mitingde?
yenimodelll İstanbul - 1969
Ögrenci
İSTANBULDA ÖGRENCİ KALMADIMIDA ANKADARAN PROTESTO YAPMAYA GELİYORLAR BU BENCE TAMAMEN PLANLANMIŞ PROĞLANMIŞ KULLANILAN BİR TAKIM ÖGRENCİ GRUBU VE TAMAMEN PROVAKASYON AMAÇLANMIŞ BEN POLİSİMİZİ TEBRİK EDİYORUM MUDEHALEYİDE ÇOK UYGUN BULUYORUM
Lady Bursa - 1988
bu ne düşüncesizlik
Kendi sağlığından önce bebeğinin sağlığını düşünecektin. Ne işin vardı orda? Ayrıca evliysen eşin nasıl izin verdi böyle saçma sapan provakasyona katılmana? Evli değilsen de eeee orası artık ahlakına kalmış....
calkin_tr İstanbul – 1983 (Avatarında Atatürk fotoğrafı var!)
Ne işi var orada?
Kimse hemen polisi suçlamasın polisin görevi orada eylemcileri dağıtmaktı polis görevini yaptı oradaki eylemcileri dağılmaları konusunda defalarca uyardı müdahale edileceğini söyledi buna rağmen eylemciler dağılamadı, hem hamile kadının orada ne işi varmış bu tür eylemlerde böyle şeyler olacağını bile bile gitmesinin suçlusu kendisidir, o kadın o doğmamış bebenin hesabını nasıl verecek acaba.
azinliktakiçogunluk İzmir - 1982
ben de hamileyimm ama onun gibii dayak yiyeceğimi bildiğim yerlere deil deee bebeğiminnn kendini daha huzurlu hissedeceği ona kimsenin zarar veremeyeceği yerlere gitmeyii tercih ediyorumm ideolojin ne olursa olsunnn sen önce annesin...
alpyar İstanbul - 1974
Hamile
bir bayanın önceliği herzaman bebeğidir, eğer anne olmak istiyorsa ve sağlıklı bir bebek doğurmak istiyorsa, kadının durumu ile yaptığı hiç bağdaşmıyor
1939777
hamileye bak
hamileysen ne işin var orada.
Bediralp İzmir - 1971
Ön görü..
Bu tip eylemlerde az çok başına neler gelebileceğini düşünmek gerekir.Hamile halinle ne işin vardı orda?
kutsa36 İzmir - 1981
anne
millet hamileyken klasik müzik bile dinlerki bebeği huzur bulsun diye bizim kızımız sağolsun karnında bir can elinde sopa dalmış polislerin içine... bunu değil tekmenin oranını sorğulayalım diyorsanız ben bu oyunda yokum arkadaş...
merkli46 Gaziantep - 1971
kocaman bir yalan
hamile birinin böyle bir eylemde ne işi var. kime yutturuyorsunuz.üniversiteler bizim diyorlar.4 yıl sonra okul bitiyor.nereden sizin oluyor.adam gibi okuyanlara bir şey oluyormu.sütten çıkmış akkaşık yaptınız, yazık.ha bu arada polislerin bu sert tutumunuda hiçmi hiç tasvip etmiyorum.her iki atarfta suçlu.
ashener İstanbul - 1970
Ne işi varmış oarada
Hamile iken eylem yapıyorsan bunu tahmin etmelisin.
shakirt_29 Tekirdağ - 1990
?
ne iş arıyordun orda madem hamileydin? sen nasıl anne adayısın daha doğmamış çocugunun hayatıyla oynayıp -ki nitekimde öle oldu- o gosteriye katılıyorsun sana değilde o safiye gerçekten çok acıyorum...
zhra
NEİŞİN VAR ORDA.POLİSİN BÖYLE SALDIRACAĞINI BİLMİYOMUŞ.POLİSTE OKULDA OLMASI GEREKEN BİR KIZIN 19 YAŞINDA,HAMİLEEYKEN ÜSTELİK,ORALARDA OLABİLECEĞİNİ BİLMEZ.
byburak_06 Ankara - 1987
iknize de yazık
Anlıyorum polisin orantısız gücü var bu belli bişiy peki be kardeşim senin orda hemde bu halinle ne işin var . Adama sorarla bu doğmamış masum bebeğin hakknın kim ödüyecek ama bence şu bi gerçek o çocuğu kaybetmende en az polis kadar seninde suçun var.
  
Yorumların bu kadarla sınırlı olmadığını okur elbette biliyor. Geçenlerde zaman aşımına uğratılan Kemal Türkler davasına ilişkin, kızının yaptığı açıklamaları sanırım epey geniş bir kesim duydu. Bu ülkeden artık nefret ettiğini, burada doğmamış olmayı dilediğini, buralardan gitme isteğini, devletin AİHM’de ceza almasından artık keyif duyacağını vurguladı... Toplumun farklı kesimlerinde sanırım bu dilek, isyan ve temennilere katılan farklı insanlar da olacaktır ya da benzer yorumları bu düşüncelerin altına da döşeyecek insanlar…
 Eninde sonunda eril bir dilin, mağduriyet tavasında iyice pişirilerek, iktidar tahakkümünün yeniden yeniden yeniden üretildiği bir silsileyle karşı karşıyayız. Sermayeyle, kendine müslümanlığın altını ıslatanlar, kirli çarşaflarını yangında ilk terkedileceklerin boynuna dolamak istiyorlar! Eşcinseller, komünistler, kadınlar, Kürtler, Ermeniler, öğrenciler ve dahası… Kendinden farklı olan herkese kapanıyor kapılar. Dünün mağdurları, zalimliğin poligonunda isabetli atışlara kilitleniyorlar…
 Yorumlarda dikkat çeken bir yönün üstünde biraz  daha durmak istiyorum. Kadınlığa, anneliğe atfedilen roller... Geleneksel eril kodların, kadın üzerinde bir kontrol mekanizmasına nasıl da korkunç bir hızla dönüştüğünün çok açık ifadeleri bu yorumlar. Burada bir ikiyüzlülük de söz konusu, oraya da geleceğiz. Annesinden soyutlanan bir bebek olgusu göze sokuluyor. Doğurganlıkla terbiye edilen kadından beklenen, soyun devamını getirmedeki sınırlılığında tünemesidir. Bebeğini daha güzel bir dünyaya getirmenin olanakları üzerine çabalamasının kat’i suretle azarlanması, sus pusluğun anıt mezarına dönüştürme çabasıdır aynı zamanda. Geleneksel delikanlı söylemimizin “kadına el kalkmaz” düsturu, yine delikanlı klavye kahramanlarının parmaklarının hızında, tuzla buz oluyor. Savaşta bile hamile kadınlara hassasiyet gösteren “erkek”, şimdi yan kaldırımdan düşene bir tekme daha vurulmasının tezahüratını yapıyor, boru gibi bir sesle! Kadınla kurduğu ilişkide her daim problemi olan “erkekimiz”, yeri gelince kendinden daha erkek olanın dilini yalamaktan bezmiyor. Yaşadıklarımızı izlemeye devam ettikçe feminist mücadelenin kendi kanallarını yaratmasının ve söylemini daha geniş kesimlere taşımasının değerini daha bir yakıcı hissettiğimi de ayrıca belirtmek isterim!
 Kendimi bir parçası olarak gördüğüm mücadeleci yeni genç neslime ise, Marx’a atıf yaparak temas etmek isterim: “Bir sözün kuvveti nesnel gerçekliğe uygunluğuyla ölçülür.” diyor Marx. Yani biz bir söz üretir ve bunun çok anlamlı olduğunu düşünebiliriz kendi adımıza fakat bir de bunun dışımızdaki gerçekliğe uygunluğuna bakmak durumundayız. Yani dışımızda cereyan eden gerçeklikle sözümüz arasındaki makasın her geçen gün biraz daha kapanmasına ihtiyacımız var. Artık daha zengin araçlara sahibiz. Kolayına kaçmadan, değişmenin ve birlikte değiştirmenin araçlarını çeşitlendirmek, arzu ettiğimiz dünyanın gerçekliğini daha yakından hissettirmek zorundayız. Zira yok saymamakla birlikte, tek başına insanların vicdanlarına güvenerek, uzun soluklu bir mücadele hattının olanakları, 21. Yüzyıl’da tükenmiştir kanaatindeyim. Toplumla karşılıklı ilişkiler bütünlüğü içerisinde farkındalık yaratma olanakları üzerinde yoğunlaşma zorunluluğumuzun olduğunu düşünüyorum. Yolumuzun açık olmasını dilemekle birlikte, yolumuzu bizden başka kimsenin açmayacağını da hatırlayarak, Sartre’la bitirelim istiyorum: “Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur.”












Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

1 yorum

  1. VİCDAN: Ali Mendillioğlu, 2002 yılında kurduğu Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanlığını ve dönüşüm işçilerinin çıkardıkları Katık Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yürütüyor. Vicdan üzerine söyledikleriyle, yazıdaki bakış açısı arasında bir örtüşme olduğunu düşünerekten bu videoyu paylaşıyorum.

    http://www.farkyaratanlar.org/Aday.aspx?AdayID=46

Yorumsamacılık