4 yıldır Hrant yok, 4 yıldır Vicdan yok, 4 yıldır Yargıç yok, 4 yıldır Savcı yok, 4 yıldır Hükümet yok, 4 yıldır partisi var Adalet yok, 4 yıldır Meclis yok, 4 yıldır Yürekleri yok, 4 yıldır Yüzleri yok…
Aradan geçen 4 yılda Hrant Dink davasında bir arpa boyu yol bile alınamadı. Hazırlanan 4. yıl raporunda avukat Fethiye Çetin mahkemenin davanın asıl özünden uzak durduğunu, olayı çeperlere, yani tetiği çekenlere daraltmaya çalıştığını vurguluyor. Bazı kurum ve mekanizmaların bu cinayetteki rolü bugün iyice açıklık kazanmışken, devlet görevlilerinin ısrarla soruşturma dışı bırakılması bu olayın ne kadar derinlere uzandığını gösteriyor.
Hrant Dink boşuna seçilmiş bir hedef değildi, bu dava da boşuna tavsatılmıyor. O, insanlara gerçek anlamda dokunmasını biliyordu ve bu sayede kendisine karşı kurulan tezgahları defalarca boşa çıkardı. Türkiye’de insanların belki de ilk defa bir Ermeniyle empati kurmasını sağladı. Tûba Çandar’ın hazırladığı “Hrant” kitabı bu durumu ortaya koyan sayısız örnekle dolu. Bu örneklerden bir tanesi de Akdeniz Üniversitesinde yaşanmış. Bir söyleşiye çağırılan Hrant Dink ve Oral Çalışlar provokasyon havasının hakim olduğu bir salonla karşılaşmışlar. Gerisini kendilerinden dinleyelim:
ORAL ÇALIŞLAR:
Olay şöyle gelişti. Ocak 2006’da Akdeniz Üniversitesi Atatürk Araştırmaları Merkezi’nden beni aradılar ve “Orhan Pamuk ve Hrant Dink davalarında düşünce özgürlüğünün sınırları” konulu bir sempozyuma davet etmek istediklerini söylediler. Ben de, “Orhan gelmez, zaten daha yeni saldırıya uğradı. Ama Hrant’ı arar sorarız” dedim. Sonra beni tekrar aradılar, “Orhan Pamuk gelmiyor, siz katılır mısınız?” diye sordular. Başka kim geliyor, soruma da cevap vermediler. Bunun üzerine Hrant’ı aradım. “Ben gitmiyorum, çünkü Vural Savaş’ı da çağırmışlar. Vural Savaş benim için, ‘Ermenistan’dan para alıyor, bu adamı vatana ihanetten yargılamak lazım’ diyen adam. Toplantıyı düzenleyenlere katılmayacağımı söyledim” dedi. Kapattık defteri. Birkaç gün sonra tekrar aradı Hrant. “Vural Savaş’ın katılmayacağını bildirdiler” dedi. Bu durumda gitmeye karar verdik. Ancak katılımcıların kimler olduğu sorumuza net bir cevap gelmiyordu bir türlü. Üstelik toplantıyı düzenleyen “Atatürk Araştırmaları Merkezi Müdürlüğü” adından da işkillenmiştik. Antalya ÖDP yöneticilerini aradım. “Biz böyle bir davet aldık. Hrant’la geliyoruz oraya. Bir tezgah kurabilirler. Havaalanından itibaren bizi korumaya alın,” dedim. Bir yandan da sonuç olarak bir üniversite orası, ne olabilir ki diye de düşünüyorsun. Kör gözüm parmağına, bir durumda gittik yani oraya. Gerçekten de ÖDP’liler karşıladılar havaalanında bizi.
Salona bir girdik ki, içerde jandarma komutanı, rektör, Antalya Belediye Başkanı tam takım dizilmişler. Vural Savaş da oturuyor orada. Konferansın yöneticisi olarak da Çetin Yetkin çıktı karşımıza. 1500 kişilik salon ağzına kadar dolu ve herkesin elinde kağıttan küçük Türk bayrakları. Bunları sallıyorlar göstere göstere… Çetin Yetkin, “söyle bakalım Türk zehirini akıtan…” diyerek tam bir savcı edasıyla Hrant’ı sorgulamaya kalktı. Bunun üzerine ben hemen müdahale edip, “bu şekilde konuşamazsınız, ya bu toplantıyı tarafsız yönetirsiniz yahut da bu iş burada biter,” dedim. Sonra Hrant konuşmaya başladı. Çok etkileyici bir konuşmaydı.
HRANT:
Damardan girdi tabii Çetin Yetkin, ilk soruyu bana sorup, “Türk’den boşalacak zehirli kan’la ne demek istedin,” derken.
Konuşmama şöyle başladım: “siz koca profesörsünüz, tanınmış bir savcısınız, o cümleden ne anladınız, anladığınızı salonda bulunanlara da anlatır mısınız?”
Kem küm etti, cümlenin çözümlemesini yapmaktan kaçındı. Ben ısrar edince de “hiçbir şey anlamadığını,” söyledi. Bu da zaten benim aradığım cevaptı.
Sonra dinleyicilere dönerek, “bu cümleyi tek başına alarak anlamanın kimse için mümkün olmayacağını, bu nedenle cümlenin önündeki ve ardındakilere cümlelere ihtiyaç duyulacağını belirtip bir kez daha o makalede “benim sorunumun Türkler olmadığını” anlattım.
Bu kez Urfa’daki davama geçip, “kahraman ırkıma bir gül” cümlesinden niçin rahatsızlık duyduğumu sordu Çetin Yetkin. Savcı kimliğiyle koca konferans salonunu tam bir mahkemeye çevirmiş. Aklı sıra beni sorguluyor ve halkın önünde mahkum etmeye çabalıyordu.
Ne var ki konuşmamı dinleyen ve etkilenen halk, artık onun beklediği halk değildi. Örgütledikleri halde bana tepki göstermiyor, bana karşı bayrak sallamıyor, aksine, konuşmamın bitiminde beni hararetle alkışlıyordu.
Oral’ın da ifade özgürlüğünü savunan mükemmel konuşmasının etkisiyle atmosfer artık değişmişti. Bu arada söz alan eski Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın gayreti de işe yaramıyordu. Sayın Başsavcı kendisini veto etmemi şikayet ediyor ama gerekçesini açıklamaktan imtina ettiği için de bu bahsi halka açıklamak bana düşüyordu.
Sayın Başsavcıyı veto etmiştim, çünkü bir gazeteye verdiği beyanatta bana ve Agos gazetesine yönelik haksız ve yalan ithamlarda bulunmuş, benim sadece 301. Maddeden değil, 305. Maddeden de yargılanmam gerektiğini söylemiş, Agos gazetesini de diasporanın trilyonlara varan maddi yardımıyla ayakta tuttuğunu dile getirmişti.
Son bir umut olarak, dinleyiciler arasında olduğunu ancak o an fark ettiğimiz –sayemizde ünlenen- Av. Kemal Kerinçsiz’i kürsüye çağırdı Çetin Yetkin. Onun halkı bize karşı tahrik etmeye çalışmasıysa ters tepen son silah gibiydi. Gençler ve halk kararını vermişti.
İfade özgürlüğünü savunan bizleri alkışlarla desteklerken, ifade özgürlüğünü bu demokrasiye çok görenleri aynı alkışlarla susturacaktı.
Hrant, Tûba Çandar, Everest Yayınları, s. 537-39
0 yorum