Neler Oluyor Hayatta

Mahallenin Çocukları : Taner Akçam - Cahit Akçam





Taner Akçam’ın 27.09.2010 tarihinde yayınlanan ve “mahalle” metaforu çerçevesinde bir anlamda solun özeleştirisini yaptığı yazısına ağabeyi Cahit Akçam’dan cevap geldi.


Aşağıda ilk olarak Taner Akçam’ın yazısı verilmiştir. Bu yazıda kullanılan basit “mahalle” metaforuna karşın olayları anlayabilmek için sadece Marx sosyolojosinin kullanılabileceğini buyuran ve  her yazıda işçi sınıfı arayan mantığı ile  Cahit Akçam’ın cevap yazısı da altındadır. (Nedense bu sosyolojiyi Türkiye’deki solun durumu için kullan(a)mamaktadır.) Buyurun siz karşılaştırın.

Miloşeviç’i aramak

Birgün Gazetesi, referandum sonuçları üzerine, “Milliyetçi Muhafazakâr tablo yine değişmedi”, başlığı ile çıktı.
(http://www.haber7.com/fotogaleri. php?s=4&cID=6895). Gazeteye göre, “ülkedeki ‘yüzde 60 sağ yüzde 40 sol dengesi kemikleşti. Milliyetçi Muhafazakâr oylar AKP’de konsolide oldu.” Yanlış okumadınız. Gazeteye göre, referanduma hayır diyen %40 solcu ve evet diyen %60 sağcı idi.
Kitlesel imhalar üzerine verdiğimiz derslerde, konu Yugoslavya’ya gelince, öğrencilere sorduğumuz önemli sorulardan birisi, “komünist” ve “sosyalist” sıfatlarla kendisini tanımlayan bir kişi ve örgütün nasıl olup da Müslümanlara yönelik bir soykırımı örgütleyebildiğidir. Tabii ki buna, Stalin ve Mao dönemlerinde işlenmiş kitlesel katliamları hatırlatıp, “bu da soru mu” itirazı yapılabilir. Gerçekten de, gerek Çin gerek Sovyetler Birliği’nde insanların kitleler halinde imha edilmeleri sistemde içsel, yapısal bir sorun olarak daima var oldu. Örneğin, Çin’deki 1958 “Büyük İleri Adım”ı veya 1960’lı yıllardaki “Kültür Devrimi”, ciddi kitlesel imhalar olmalarına rağmen, malesef biz solcular tarafından uzun yıllar, insanlık tarihinin büyük ve önemli adımları olarak kutlanabildi... Amacım ama tarihin bu sayfasının kapağını aralamak değil. Yakın dönemdeki Miloşeviç’i aramak... 1990’a kadar Yugoslav Komünist Birliği aktif üyesi ve 1990 sonrası Sırp Sosyalist Partisi’nin kurucusu ve Yugoslavya ve Sırbistan’ın Devlet Başkanı Miloşeviç’i... 2006 yılında Soykırım ve İnsanlık Suçları işlemekten yargılandığı mahkemede kalp krizi sonucu vefat etmişti.
Yugoslavya’nın ve Sırbistan’ın solcusu ve sosyalisti olan Miloşeviç, nasıl olmuştu da, Sırp milliyetçi hareketinin başını çekmeye başlamış ve Bosnalılara karşı soykırım olmak üzere, Hırvatistan ve Kosova’daki insanlık suçlarının örgütleyicisi olmuştu? Bu sorunun cevabını Birgün gazetesinin başlığında buldum. Burada bu gazete okuyucusundan, bu gazetenin attığı bu başlığı beğenmeyen ve yanlış bulan taraftarlarından özür dilemek isterim. Amacım genel bir suçlama değil. Amacım sadece, Birgün ’ün bu başlığını “ufak bir kaza” ve “belki yapılmaması gereken ama abartılmaması da gereken sıradan bir hata” olarak görmek isteyenlere, bu cümledeki vahameti göstermektir. Birgün gazetesi bu tutumundan bildiğim kadarıyla geri adım atmadı. Bu konuda bir özeleştiri yayımlamadı. Eğer Miloşeviç’i arayanlarımız varsa, o adres bulunmuştur. Eğer Miloşeviç’in niçin milliyetçi olduğunu ve niçin gözünü kırpmadan kitlesel katliamları da organize edebildiğini anlamadıysanız, Birgün ’deki başlığı okuyunuz.
Şimdi cevap vermemiz gereken onlarca sorudan bir tanesi, Birgün gazetesi nasıl olmuş da bu %40’ı sol saymıştır? MHP’de dahil, Anayasa değişikliklerine karşı çıkan CHP’yi, askerî darbelerin örgütleyicisi ve savunucuları olan asker-sivil bürokrat takımını ve hatta Hürriyet gazetesinde ifadesini bulan İstanbul burjuvazisini “solcu” yapan neydi? Bunun, Türkiye’deki AKP’den nefret etme ile doğrudan ilgisi olduğu açık. Bu nefreti anlamaya hizmet etmesi için bir çok ideolojik vb. açıklama tarzlarının yardımına başvurabilir; Kemalizmin etkisi, kuvvetli laiklik duygusu, İslam’ın şeriat olarak algılanmasının getirdiği korkular, hâlâ bağlı olunan sosyalizm anlayışı ve onun demokrasiyi “burjuva işi” diye aşağılayan bakışı vb. gibi insanların ideolojik tercihlerine bakarak bir şeyler söylemeye çalışabilirim. Ama konu üzerine düşündükçe “Mahalle” kavramının, Birgün gazetesindeki Miloseviç’i anlamak için en açıklayıcı metafor olacağına inandım. Birgün ’de, milliyetçilik ile solculuk arasındaki sınırı anlamsızlaştıran bu “Mahalle” mevhumudur.
Türkiye “bizim mahalle” ile “öteki mahalle” üzerine kurulmuştur. Veya bir başka deyişle, Türkiye’de yaşayan topluluklar olarak sosyal ve siyasal hayatımız, dolayısıyla bunları sarmalayan kültür dünyalarımız, iki büyük ana damar, iki büyük ana arter üzerinden şekillenmiştir. Bu iki ana damar iki farklı mahalle gibidir ve esas olarak birbirine yabancıdır. Mahallelerin kurulması ve şekillenmesi belki 19. yüzyılın başına kadar gider ama biz bugünden bakalım.
Mahallenin birinde, “şehirliler” vardır. Bunlar daha çok, küçük ve orta sınıf olarak da tanımlanabilecek, memur-asker vb.den oluşuyor, ana ekseni bürokrasidir (sonra buna asker ve sivil bürokrasinin desteği ile oluşan burjuvazi de -TÜSIAD - eklendi). İttihat ve Terakki ve CHP bu mahallenin siyasi partileridir. Mahallenin siyasi kültürünün ve söyleminin köşe taşları esas olarak bu ekol tarafından döşenmiştir. “Öteki mahalle” daha çok köylülerden ve esnaftan oluşur.
“Bizler” (aydın, solcu bir şekilde sola bulaşmışlar), esas olarak “bu mahallenin” çocuklarıyız. Öteki mahalle daha çok dini değerleriyle kendini tanımlayan bir topluluk. Şimdilerde açılıyor ve genişliyor. O mahalle orada durduğu ve bizim tarafa gelmeye kalkmadığı sürece bir sorun yoktu. Ve ilgilendiğimiz sorunlar daha çok “bizim mahalle”nin iç işleri ile ilgiliydi. O mahalle ile bizim mahallenin ilişkisi daha çok bizim yöneticilerin o mahalleyi manıpüle etmesi, bazen “hazır kıta” olarak kullanması üzerine kurulmuştu. Dediğim gibi ama, onlar orada durdukça ve bizim mahalleye gelmeye ve geçmeye çalışmadıkça ortada çok bir sorun yoktu. Şimdiki sorunlar mahallelerin sınırlarının karışmaya başlaması ile ortaya çıktı.
Biz solcular, bizim mahallenin yöneticileriyle sürekli kavga halindeydik, tüm hayatımız onlarla kavga ile geçti. Onları devirip, kendimiz yönetici olmak istedik. Önce mahallemizin yöneticilerine bizden daha yakın olan bir başkalarıyla (genç subaylarla falan) yöneticilerimizi devirmeyi istedik. Olmayınca kendimiz silaha bile sarıldık. Fakat bizim yöneticilerimizle aramızda akrabalık ilişkileri de vardı. “Bizler”, CHP’ye kızdık, hem de çok; ama hemen hemen tümümüz çocukluğumuzu CHP’nin arka bahçesinde geçirdik. CHP’ye bulaşmayanımız, hayatımızın bir evresinde oraya uğramayanımız yoktur. CHP’yi, yapılması gerekeni “az” yaptığı için beğenmedik. Hatta çoğumuz, 12 Eylül’den sonra bile, CHP’yi değiştirmek için oraya gittik. İçerden CHP’yi ele geçirme sevdalımız oldukça fazladır... Çünkü asıl iş bitirilecek büyük ev orasıydı.. CHP ile hep akraba idik, eş idik, dost idik, onun yöneticileri bizlerin çok ama çok yakın tanıdıkları idi. Sendikalarda, meslek kuruluşlarında, kültür faaliyetlerinde hep beraberdik onlarla... İç içeydik.
Bizim yöneticilerimiz, bizi çok ezdi, ağzımızdan emdiğimizi burnumuzdan getirdi ama onlarla aramızdaki ilişkiyi kuran bir ara kanal, bir ara köprü idi CHP. Yani sonuçta mahallemizin askerbürokratik yöneticileri de, onun partisi CHP de sonuçta “bizim”diler. “Bizim mahallenin” tanıdığımız bildik kişileriydi. Bu nedenle, bizim mahallenin eseri olan 1960 hâlâ kalbimizde yaradır; 12 Mart’ı hangi şartlarla destekleyeceğimizi konuşmuştuk, Üniversitelerimizin duvarlarına, “şunu yaparsanız sizi destekleriz” afişlerini asmıştık... vb. Bunlar daha çok mahallenin iç sorunları gibiydi.
12 Eylül kardeşime 9 yıl işkence etti, ölümden döndü kardeşim, babam 12 Eylül’den zor kaçtı Avrupa’ya... Ve ama başta Muammer Aksoy ve birçok CHP’li yakınımız 12 Eylül’ü savunmak için Avrupa’ya geldiler. Muammer Amca bizim amcamız idi, babamın mapus arkadaşı, bizim aile dostumuz, bizim mahallenin insanı idi. Muammer Amca benim avukatımdı da galiba... Böyle birçok damar var bizi bu rejime bağlayan. Kan ilişkileri gibi... Onları devireceğimizi, devrim yapacağımızı söylerdik ama onların çoğu icin de “bizim çocuklar” idik. İlhan Selçuk’u İstanbul’da son gördüğümde bana bu mealde şeyler söylediğini hatırlarım. Böyle onlarca “bizim mahalle” ilişkisi sayabilirim.
Şimdilerde ise durum değişmeye başladı. “Öteki mahalle” geliyor. Biz bu “öteki mahalleden” kimseyi tanımıyoruz. En zor günlerimizde bile hep “bizim mahallenin” iktidar ile eş, amca vb dostluk ilişkilerini kullandık. Tanıdıklarımızın aracı olmasını istedik... “Öteki mahalle” gelince, işler biraz karışabilir; orada kullanacağımız, başvuracağımız eş, amca, dost vb. yok. Tuhaf bir boşluk duygusu yaratıyor bu. Tuhaf bir bilinmemezlik ve korku... Biz bir nevi iktidarda olmasak da bu mahallenin iktidarını ve onun içindeki kendi yerimizi kaybediyoruz. Sorun bu gibi. Öteki mahallenin “daha demokrat” olacağı ise çok ürkütücü zaten... Ağza dahi alınsın istemiyoruz. Çünkü bizim mahalle, öteki mahalleye göre “modern”, “ilerici” olması ile övünür. CHP ile bizi birleştiren ve ayrıştıran “ilericilik” yarışı değil midir? Öteki mahalle ise “gerici” ve “yobaz”dır.
Benim ilgi alanımdan, kitlesel katliamlar ve nedenleri çerçevesinden topluma ve tarihe bakınca, bu mahalle ve farklı ana damar meselesi, bu ana damarın yarattığı kültürel dünya meselesi daha ürkütücü ve daha korkunç bir hâl alıyor. 1915 Ermeni soykırımı bizim mahallenin yöneticilerinin işidir, öteki mahallenin bir kısmını kullandılar bu “iş” için. Yukarıda Allah var, öteki mahallenin çoğu destekledi bu imhayı; ekonomik çıkar vardı, din işi vardı (Ermeniler gâvur idi, öldürünce cennete falan gidiliyordu vb.) Gene yukarda Allah var, 1915’e bizim mahalleden de karşı çıkan dürüst memurlar oldu ama çoğu gene öteki mahallenin dindar Müslümanlarıydı.
1938’de Dersim’in dağlarına bombayı bizim mahallenin yöneticileri attı. Dersim adını yasakladı, Tunceli dedi ona... Şimdi öteki mahallenin partisi, “Dersim” kelimesini yeniden gündeme soktu. “Dersim katliamı” dedi. Ama bu biz solcuları kesmiyor. “Devlet Dersim’i bombaladı” diyen bir Başbakan’a, “sahtekârlık yapıyor” vb. deyip, söylediklerini yeterli bulmuyor, burun falan kıvırıyoruz. Ama öteki mahallenin Dersim tavrını yeterli bulmayan bizler, Dersim’e bomba atanları “bizden” görmede, onlara “solcu” demede ve hatta onlarla seçimlerde milletvekili pazarlığı yapmada bir sorun görmüyoruz.
Katile “katil” diyenin, katil demesini az buluyoruz, burun kıvırıyoruz ama katille yan yana olmakta hiç bir mahsur görmüyoruz. Katile katil diyene duyduğumuz öfke öyle büyük ki, katilin kendisine olan yakınlığımızın farkında bile değiliz. AKP’yi cesaretsiz, korkak, yeteri kadar demokrat olmamakla suçlamayı çok kolay yapıyoruz. Ama onun, “Devlet Dersim’e bomba yağdırdı”, deme cesaretini, bizim bu bomba yağdıranla yan yana durduğumuz bir tablonun varlığından bakmak bile istemiyoruz. Katillerin yanında, onlarla sandığa da gidip aynı oyu atarak, onlarla milletvekili pazarlığı yaparak, öteki taraftan gelene “korkak” diye bağırıyoruz.... Bir de dönüp yanımızdakine baksak...
Bizim solun Türkiye tarihindeki cinayetlerle niçin yüzleşemediği, sorusunun cevabını bu Mahalle kavramı ile açıklamak isterim. Biz tarihsel cinayetlere tavır almayı, öteki mahalleye duyduğumuz öfke kadar ciddiye almıyoruz. Çünkü bizim mahallede, yöneticilerimize de bize de egemen olan bir kültür vardır; bu cinayetleri, katliamları hep bu kültür dünyamızdan açıklarız: Ermeniler mi? Onlar, biz bağımsızlık savaşı verirken, emperyalistlerle işbirliği yapmışlardı; Dersimliler mi? Onlar, gerici ve feodal bir sistemi temsil ediyorlardı ve bizler belki katliamları ağır bulsak bile, ağalığa karşı ilerici ve modern ilişkilerin egemen kırılmasını anlamamız gerekiyordu. Örnekleri arttırabilirim. Tarihle yüzleşmek değil, öteki mahalleye düşmanlık daha önemli... Bence bu İKİ YANDA KÜLTÜREL DAMAR sorunu, iki ayrı mahalle meselesi dillendirilmedikçe çok şeyi anlamayız gibime geliyor.
Şimdi bu Mahalleler arası bölünme derinleşiyor. Miloşeviç’in Birgün ’ün başlığında boy göstermesi bu nedenle tesadüf değil. Çünkü orada İttihat ve Terakki Partisi ve CHP geleneği, diğer Mahalle’ye karşı son kozlarını kullanmak zorunda. Son koz bizim mahallenin milliyetçiliğidir ve bu nedenle, MHP’nin de solcu sayılmasında çok fazla bir mahsur yok. Sonuçta 1920 Bakü Kurultayı’nda da Bolşevik büyüklerimiz Enver Paşa’yı, anti- Emperyalist kahraman olarak selamlamışlardı. Bu bilgi bizlerde önemsiz ve unutulması gereken bir ayrıntı olarak kaldı.
Asıl sorun, mahalleler arasındaki derin uçurumun nasıl kapatılacağı. Tarihle yüzleşmek bu Mahallelerin birleşme ve ayrışmasında çok önemli olacak. Son iki yüzyıllık insanlık tarihi hep üzerinde kavgalar edilen birtakım alanların açılıp kapanması üzerinden gitti. Sınıf alanı böyle idi, biraz ulusal çatışma alanı ile karıştı; sonra cinsiyet ve çevre yeni çatışma alanları olarak ortaya çıktılar. Bu alanlardaki çatışmaların birinde çok iyi bir yerde duran bir diğer alanda oldukça kötü bir yerde durabiliyordu. Şimdi hafıza yeni bir çatışma alanı olarak ortaya çıkıyor. Tarihimizle yüzleşme daha önceki çatışmalarda taraf olmuş kişi ve çevreleri yeniden harmanlayacak. Mahalleler arasındaki derin uçurum, hafıza alanında, tarihle yüzleşme ekseninde ortadan kalkabilir ama Birgün başlığında olduğu gibi derinleşebilir de. Eğer aynaya bakabilir ve tarihimizde işlenmiş cinayetlerle yüzleşme cesaretini gösterebilirsek işizim kolay! Ötesi mi? Tarihte yeteri kadar örnek var. Miloseviç’i hatırlamam bundandır.
Clark Üniversitesi


Sahi siz hangi mahallenin çocuğusunuz?


Taraf Gazetesi’nin “Nöbetçi Köşe Yazarı” Taner Akçam, Birgün Gazetesi’ndeki bir manşetten yola çıkarak, kendince ülkemizin -belki de 100 yıllık- genel bir tablosunu çiziyor.

Ona göre Türkiye iki mahalleden kurulu imiş: Bir tarafta “şehirli”lerin yer aldığı küçük ve orta sınıflardan oluşan, ana ekseni bürokrasiye dayanan, yöneticileri asker ve bürokratlardan oluşan ve siyasi partileri de İttihat ve Terakki ve CHP olan, içinde aydın, solcu, bir şekilde “sol”a bulaşmış “biz”lerin de yer aldığı bir “bizim mahalle”; bir de kendini daha çok dinî değerlerle tanımlayan esnaf ve köylülerin yer aldığı “öteki mahalle” var. Ve “bizim mahalle”ye göre “öteki mahalle” gerici ve yobaz.

Bu derin “mahalle” eksenli analizi (!) öncelikle yaptığı sosyolojik belirlemeler yönünden ele alıp, bu analizin ne tür bir “sosyoloji” olduğunu anlamaya çalışacağız.

Görüldüğü gibi, bir taraf küçük ve orta sınıflardan, diğer taraf köylüler ve esnaflardan oluşmaktadır. Fakat, bu sınıf ve tabakalar uyuşmazlık taşıyan çıkarları nedeniyle mi yoksa yaptıkları ideolojik ve siyasi tercihlere göre mi farklı mahallelerde yer alıyorlar? Çıkarları nedir? Hangi sınıflarla çatışma halindedirler?  Ya da örneğin bu “sol”, “gerici” ve “ yobaz” kavramları mahalle mensuplarının hangi sınıflar yanındaki tercihlerine  işaret etmektedir? Bunları anlayabilmek mümkün değildir ve zaten böyle Marksizm kokan sorular da sormamalıyız. Çünkü Taner’in de, benzer analiz sahiplerinin de öyle sınıf, sınıf mücadelesi vb. gibi kavramlarla işi yoktur. Bu nedenledir ki bu tür bir analiz, ülkemizin farklı toplumsal evrelerindeki siyasal saflaşmaları “tek tipleştirdiği” ve bunları asıl dayanakları olan  toplumsal ve sınıfsal temellerinden kopararak açıklamaya çalıştığı için en baştan hafiflikle “malul” olan bir  metaforik (!) analizdir. 

Bu analiz o kadar hafiftir ki her hafiflik gibi hızla yukarılara yükselirken,  aynı ölçüde derin ve baş döndürücü bir “metafor”  haline  gelmektedir. Örneğin işçi sınıfı bu “metafor” da bizim mahallede de karşı mahallede de yer almaz. Yani işçi sınıfı hiçbir şekilde yoktur. Niye yoktur? Bilemiyoruz ! Koskoca sınıf unutulamayacağına ya da yok sayılamayacağına göre, Taner olsa olsa işçilerin bu “metafor” u anlamlı kılacak bir kıymet-i harbiyeleri olmadığını düşünmektedir ve bu nedenle bahse konu etmemiştir onları. ( Koskoca bir sınıf bu canım, Taner onu başka nasıl atlamış olabilir ki ?)

Neyse ki Taner  bir sınıf olarak burjuvaziyi unutmamış. Hadi gözümüz aydın, müjdeler olsun ki onlar da “Bizim Mahalle”ye taşınmışlar -eklenmişler- hem de TÜSİAD olarak.  (Ne mutlu “Biz”e ki, bir de TÜSİAD’ımız oldu Taner sayesinde.) Peki, ne zaman taşınmışlar? Daha önce neredeymişler? Taner’de bunların da yanıtı yok ama TÜSİAD ( kuruluş 1971) olarak taşındıklarına göre, bu taşınma 1971’den önce gerçekleşmiş olamaz. Bu taşınma olsa olsa  ya AKP’nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra, ya da 12 Eylül 2010 referandumundan hemen önce gerçekleşmiştir. Bu ikincisi daha akla yatkındır, Taner’in onları “Bizim Mahalle”ye dühul etmesini, -Taner’e göre- referandum sürecinde resmen ilan etmemiş de olsalar gerçekte  “Hayır” dan yana bir tavır geliştirmelerine dayandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu burjuvazinin bu siyasal tercihi nedeniyle “Mahalle” mize eklendiğini anlıyoruz da nereden gelerek eklendiğini Taner söylemiyor bize. Biz de yine onun metaforuna dalarak bulacağız yanıtı. Şimdi Taner’e göre , bu iki mahalle en az  100 yıldır var ya, öyleyse bu burjuvazi de bu iki mahalleden birinde doğmuş olmalı.”Bizim Mahalle” ye eklendiğine göre, burda doğup da eklenmiş olması mantık dışı olur. Öbür mahallede doğup bizim mahalleye eklenmiş olması bu nedenle mantıksal olandır. Böylece aslında bu burjuvazinin mahalle değiştirmiş olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Yani evvelce, Taner’e göre, kendilerini dini değerleriyle tarif eden ( dolayısıyla da bize göre yobaz ve gerici olan ) “Öteki Mahalle” nin bir burjuvazisi iken zamanla modernist elitler olarak semirdikleri için “Bizim” daha “ilerici” ve modern” olmasıyla övündüğümüz “mahallemize”-artık mahallelerinin suyunun çıktığına(!) karar vererek- taşınıvermişler. 

Peki “Öteki Mahalle” ? ”TÜSİAD” bize geçti diye onlar burjuvazisiz mi kaldı ? Hadi TÜSİAD burjuvazisi oradan gelmemiş olsun, onların burjuvazisi yok mu ? Taner’e göre “Öteki Mahalle” yalnızca esnaf ve köylülerden oluşmaktadır, demek ki, onların bir burjuvazileri bile yoktur. ( Ne acıklı bir durum. İnsanın “Yazııık” diyesi geliyor vallahi.) Durun, o kadar da vahim değildir durum. Yine Taner’e başvurarak aslında onların da bir burjuvazilerinin olduğunu müjdeleyebiliriz. Madem ki, Taner’e göre “Öteki Mahalle” “kendisini daha çok dinsel değerlerle tarif eden” bir topluluktur. Öyleyse bu memlekette ağırlığı taşraya dayanan ve giderek güçlenip palazlanan ve Tayyip Bey’in  “Anadolu Kaplanları” dediği burjuvazi neden o mahallenin burjuvazisi olmasın ki ? Her şeyleriyle “önce müslümanız” mesajı veren ve bunu açıkça söyleyen bu burjuvazinin bize hiç yakışmayacağı, Taner’in “Öteki Mahallesi” ne cuk oturacağı açık değil mi? ( Peki Taner bu burjuvaziden neden hiç söz etmiyor? Onu da yeri gelince açıklayacağız. )

Çok şükür onları da burjuvazilerine kavuşturarak metaforumuzun bir handikabını daha atlatmış bulunuyoruz. Ama gelin görün ki, bana da size de rahat yoktur bu “metafor”un elinden. Bu acayip bilimsel (!)  karakterli “metafor”un bir cenazesi daha duruyor önümüzde. Şimdi çoğunuzun “ İyi de işçisi olmayan burjuvazi nasıl oluyor ? Memleketimizde artık ilkokul çocukları bile biliyor ki, bu iki sınıf birbirinin varlık nedeni. Aynı tarihsel koşullarda birlikte oluştuklarını, biri olmadan diğeri olamayacağını biliyoruz.”  Buyrun cenaze namazına! Şimdi kim kaldıracak bu cenazeyi ? Güzel kardeşlerim bu tarihsel ve sosyolojik gerçeği siz biliyorsunuz da, Taner bilmiyor mu ? Üstelik o koskoca bir profesör bugüne bugün. Doğru, “Sosyoloji Profesörü” değil  “Tarih Profesörü” ama olsun profesör sonuçta; yalamış yutmuşluğu hepimizden bin kat fazladır. Öncelikle onun affına sığınarak söylüyorum ama hiç yapar mı böyle bir cahillik ? O bilmez mi, bu kadar cahil olmak için profesör olmaya gerek yoktur. Dedik ya , işçi sınıfımızın fazlaca bir kıymeti yoktur bu mevzu içinde, onun için almamıştır Taner onları kaale. Bu zengin kafiyeli yanıtı da mı beğenmediniz?   “ Yani  15-16 Haziran’ın mı kıymeti yok; taa 1900’lerin başından beri yapılan grevlerin; DİSK’in, onun DGM Direnişi başta olmak üzere faşist katliam ve cinayetlere karşı örgütlediği direnişlerin; ekonomik ve demokratik haklar için yapılan binlerce direniş ve grevin; Yeraltı Maden-iş Sendikası’nın, Yeni Çeltek maden ocaklarına el koyan işçilerin yarattığı depremin; 100.000 kişilik Zonguldak-Ankara yürüyüşünün; Tekel Direnişi’nin nasıl kıymeti olmaz?” diyerek üstüme üstüme gelmeye devam edecekseniz size verebileceğim tek bir yanıtım var güzel kardeşlerim:


“YERSENİZ BU YEMEK, YEMEZSENİZ MERCİMEK”


Bu yanıttan başka ne yanıt versin ki size Taner? Şimdi “Pardon, çok özür dilerim, (O çok kibardır, yakından tanıyanlar bilir. Hatasını gördü mü hiç ikiletmez, hemen özür diler.)  aslında işçi sınıfı da var güzel memleketimizde ama o yazıyı yazdığım gece sular kesikti, bu nedenle dersimi iyi çalışamadığım için de işçileri yazmayı sehven atlamışım” dese, hemen soruyu yapıştıracaksınız.  “Peki o zaman hangi mahallede bu sınıf?”  Şimdi ne yanıt versin garibim? “Öteki (yani gerici ve yobaz bildiğiniz) mahallede” dese “YUH” diyeceğiniz aşikar. Referandumdaki DİSK, KESK vb.nin tavrına bakarak  “Bizim mahallede “ dese, diyeceksiniz ki “ O nasıl iş, burjuvaziyle işçi sınıfı nasıl aynı mahalllede yer alır? Birbirleriyle, hele de bizim memlekette, çıkarları bu kadar çatışan bu iki sınıfı nasıl aynı kefeye koyarsın. Bu nasıl sosyolojik tahlil”. O da kalkıp size, bu “metaforun” aslında sosyolojik olmaktan daha çok “siyasi ve kültürel tercih farklılıklarıyla ayrılmış “mahallelelere” dayandığını;  örneğin işçi sınıfı ve burjuvazinin belli tarihsel koşullarda nasıl ittifaklar yaptığını; 1789 Fransız İhtilali’nden, 2.Dünya Savaşı’ndan, hatta ve dahi Dimitrof’tan örnek ve alıntılarla anlatmaya çalışacaktır belki. ( Belki dedim ammma, sahi Dimitrof’a başvurur mu dersiniz. Ben de  çok abarttım galiba.) “ Ne ilgisi var onunla senin yaptığın tahlilin, hem çıkarları bu kadar çatışan sınıflar olacak hem de bu sınıflar “aynı siyasi tercihleri” yaparak 100 yıldır-belki de 150 yıldır- aynı mahallede yaşayıp, aynı kefede durma rekoru kıracaklar. “ vs vs deyip ha bire yüklenip yoracaksınız adamı. O yüzden onun için en iyi “Taner yanıtı” yukardaki yanıttır. Eee,  siz de  mercimeğe razı olun canım artık.  Ve anlayın ki artık, bu mahalle eksenli metaforik sosyoloji (!) aslında bir “mercimek sosyolojisidir.”

( Bakınız; Mercimeğin Faydaları, Meydan Larousse, Cilt 5, Kısım 55; sayfa 555 )

Eh metafor’un sosyolojisini hallettiğimize göre , artık onun derin ilmi (!)  cesametli siyasal belirlemelerinin en menem şeyler olduğuna, bunların yoksul Anadolumuzun siyaset bilimine nasıl muhteşem katkılar yaptığına geçebiliriz. Ama buraya kadar, gördüğünüz gibi o eksik, bu gedik, hadi giderelim;  metaforun patlayan deliklerini tıkayalım derken, epeyce yorulduk. (Sanırım Taner de yorulmuştur.) Hep birlikte derin soluklar almak üzere şimdilik ara verelim. Çünkü yazının bundan sonraki bölümünde, “metafor”un siyasal yanının  çok daha vahim ve dramatik olduğunun; bir insanın

-Taner’in- yaşamının en değerli sayılabilecek gençlik yıllarını nasıl bir pişmanlıkla anımsadığının; yıllarca yazdığı yazılarla karşılarına çıktığı, bu uğurda cezaevlerine girdiği kesimlere ideolojik ve siyasal anlamda nasıl teslim olduğunun; bu nedenle bizzat kaleme aldığı  yazıları nasıl inkar etmekte olduğunun; orijinal tespitler yapayım, derken 12 Eylül yöneticilerinin ve eskinin sicilli faşist katillerinin ağababası Mümtaz’er Türköne ve BBP mahfilli faşistlerin tezlerini savunur hale nasıl düştüğünün;  bütün bunları yaparken de, kendisi gibi teslimiyet bayrağı çekip karşı tarafa geçmedikleri, onlara boyun eğmedikleri için, kendi aile fertleri başta olmak üzere en yakınlarını, yol arkadaşlarını; ona sıcak evlerini ve yüreklerini açan, cezaevinden kaçmış bir devrimcidir, diye olanaklarını ayaklarına seren onlarca güleç yüzlü, temiz yürekli insanı,“karşı”dan devşirdiği halde kendi keşfiymiş gibi bize yutturmaya çalıştığı tahlillerle bilediği kılıçlarla “ Siz aslında milliyetçilikle malül, potansiyel Miloseviçlersiniz” diyerek nasıl kılıçtan geçirdiğini göreceğiz. Göreceğiz ve anlayacağız ki, bir insanın bütün bunları yapabilmesi için yalnızca siyasal ve ideolojik körlükle malul olması gerekmiyor; aynı zamanda kadirşinaslık, vefa gibi en temel insani değerleri de yitirmiş; insaf  sınırlarını bile aşan bir vicdansızlık batağına da saplanmış olması gerekiyor. Hele biraz dinlenelim.

CAHİT AKÇAM

MHP solcudur ifadesi, Milosevic ve devrimci değerlere saldırı...

Birgün gazetesi, Anayasa oylamasında hayır oyu kullanan MHP ve 12 Eylül ile 28 Şubatçı generalleri solcu ilan etti. Ben de “MHP ve generaller solcu değildir, kim ki MHP’yi ve generalleri solcu sayar, bu bana Milosevic’i hatırlatır”, diyen bir yazı kaleme aldım. Birgün okuyucusundan özür dileyerek, “bu başlık ufak bir hatadır” diyenleri de ayırarak bu başlığın niçin çok ciddi bir sorun teşkil ettiğini aklımca anlatmaya çalıştım. Yazım Birgün gazetesi çevresinde epey bir gürültü kopardı. Kişiliğime ağır saldırıları içeren, öfke ve nefret dolu bolca yazı kaleme alındı. Ne bu saldırıları ne de arkasındaki öfke ve nefreti çok anladığımı söyleyemem.
Yazılanlardan anladığım kadarıyla MHP ve generallerin solcu sayılması, üzerinde durulması gereksiz bir ayrıntıdan ibarettir. Ama, “MHP solcudur” önermesinin Milosevic’i hatırlattığını söylemek büyük bir suçtur, devrimci geçmişe, devrimci değerlere saldırıdır. MHP solcudur, diye başlık atabilirsiniz, bu başlık devrimci değerlere dokunmaz; ama bu başlığın Milosevic’i hatırlattığını söyleyemezsiniz, çünkü o zaman “devrimciliğe”, “geçmişin değerlerine” ihanet etmiş olursunuz. Ortada oldukça tuhaf bir durum olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Kişiliğime yönelik hakaret ve saldırıları bir kenara bırakırsak, yöneltilen eleştirileri şu başlıklar altında toplayabiliriz: a) ben yazımda işçi sınıfından ve sınıf mücadelesinden bahsetmemişim. Sınıf ve sınıf mücadelesinden bahsetmeyişimin nedeni marksizmden vazgeçmiş olmamdır; b) buna bağlı olarak, solcu geçmişime ilişkin büyük bir pişmanlık duymaktaymışım ve ideolojik ve siyasal teslimiyet içindeymişim; c) eski görüşlerimi inkâr etmekte imişim ve sicilli faşist katillerin düşüncelerini savunuyormuşum.
Önemli olan, bu hususların bir görüş olmaktan çok, bir suçlama olarak ileri sürülmesidir. 1936 Stalin’in Vyshinsky davalarını hatırlatan, tarafımdan işlenmiş bir dizi suç söz konusudur. Bu suçlamalara karşı her halde benden beklenen de “savunma” yapmam ve söz konusu suçları işleyip işlemediğim hususunu aydınlığa kavuşturmamdır. Bu konu doğrudan dil ve şiddet ilişkisi alanına girer ki üzerinde ayrıca durmaya değer.
Eleştirilerde başta gelen nokta, benim “sınıf mücadelesini, marksizmi, solu ve dolayısıyla geçmiş değerleri inkâr eden” bir kişi olduğumdur. Sınıf ve sınıf mücadelesi konusuyla bu kadar uğraşanlar, keşke önce Karl Marx’ın konuya ilişkin ne söylediğine baksalardı. Anlaşılan yazı sahipleri sınıf mücadelesinden bahsedip bahsetmemekle Marksist veya solcu olup olmamak arasında her hangi bir ilişki olmadığını bilmiyorlar. Ne sınıfların varlığını keşfetmiş olmak ne de sınıf mücadelesinin varlığından bahsetmek marksizme veya sola ait şeylerdir. Karl Marx’ın, “modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır”, cümlesi aslında kendisini Marksist sayan her kişi tarafından bilinmesi gereken bir cümledir. Dolayısıyla, ben faraza, 1970’li yıllarda “sınıf mücadelesi yoktur” demiş veya bu yıllardaki sınıf mücadelesini “inkâr” etmişsem, marksizmi veya solculuğu değil, sıradan bir burjuva düşüncesini “inkâr etmiş” sayılırım.
Ayrıca 60 ve 70’li yıllar üzerine tartışmada “Marksist olup olmama” kriterinin yeri ve alakası nedir çok anlamış değilim. Hele hele bunun bir kabahat olarak ileri sürülmesi de oldukça tuhaf. Bilinmesinde fayda var ki, Türkiye tarihi konusunda konuşabilmek ve tartışabilmek için ille Marksist olmak veya bana saldıran yazarlardan Marksist olunduğuna dair bir kimlik kartı almak gerekmiyor. Anladığım kadarıyla buradaki asıl suç, söz konusu kişinin “vaktiyle Marksist” şimdi ise “Marksist olmaması”dır. Meseleyi, 1936 Stalinist yargılamalardaki “suç” ve “inkâr” kategorisine benzer havaya sokan şey, kişinin marksizm konusundaki görüşlerini değiştirmiş olmasıdır. Meraklısı için söyleyeyim. Şüphesiz, marksizmin ne olduğu veya ne olması gerektiği konusunda son derece değerli tartışmalar var ve ama bu konu, tüm önemine rağmen, 1990’lardan beri benim ilgi alanım değil. Çünkü 2010 yılında, her hangi bir konuda aklı başında bir şeyler söylemeniz için ilk önce hangi tür veya ne kadar Marksist olduğunuz konusuna açıklık getirmeniz gerekmiyor. Ayrıca, daha da önemlisi, kendisini marksizmin müftüsü sananlardan fetva almanız hiç gerekmiyor.Marksist olup olmamayı bir kusur veya inkâr kategorisi olarak ele alıp değerlendiren bu dogmatik, Stalinist bakışa ilk önce aklı başında Marksistlerin tavır alacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Bu tuhaflıkları temizlerseniz geride bir soru kalır: Benim mahalle metaforumda, işçilerin yeri neresidir? Bu soru kibarca da sorulabilirdi, ben de, Türkiye’nin işçileri esas olarak “öteki mahallede” idiler, diye cevap verirdim. Zaten, 1970’li yıllarda bile köy ve kırsal yaşamdan bağını tümüyle kopartmış büyük bir işçi sınıfı yoktu ve yoksul sınıflar kültürel olarak çoğunlukla muhafazkardılar. Ayrıca yazımın konusu politik aktörlerdi. Bu aktörlerin hangi sınıfsal temelden geldikleri üzerine şüphesiz konuşulabilir ama bu hem çok bilinmeye bir şey değildir hem de herkesin üzerinde kolayca anlaşabileceği bir konudur.
Ayrıca 70’li yılların Marksist hareketlerini “işçi sınıfı hareketleri” olarak tanımlamak çok açıklayıcı değildir. Anladığım kadarıyla, eleştiri sahipleri kendi bulundukları politik konumu ve 70’li yılların Marksist hareketlerini “proletarya hareketi”, “işçi sınıfı hareketi” gibi kavramlarla tanımlamayı tercih ediyorlar. Ederler, kendi bilecekleri iştir. Ama galiba, bir çevrenin kendisini tanımlaması ile onun sınıf yapısı arasında bir fark olduğunu bilmekte fayda vardır. Örneğin, öğretiniz gereği 70’li yılların Marksist hareketlerini “proletarya hareketi” veya “işçi sınıfı hareketi” gibi tanımlarla ifade edebilirsiniz ama bu hareketlerin işçi sınıfı hareketleri olmaktan daha çok farklı etnik-din grupları üzerinde etki kurabilen değişik “halk hareketleri” olduklarını söylemek daha doğru olur. Kimi hareketler Aleviler içinde, kimi hareketler belli coğrafi bölgelerde, kimi hareketler şehirlerde memurlar içinde daha etkin olmuşlardı.
Ayrıca dönemin karşılaşılan sorunları ağırlıklı olarak daha çok devlet kaynaklı MHP saldırıları olduğu ve bu saldırılara karşı bir direnme hattı yaratmak fikri ve eylemliliği takip edildiği için, bu hareketlerin de kendilerini sınıf hareketi olmaktan çok “halk hareketi” olarak tanımlamayı tercih ettikleri fazlasıyla bilinen konulardır. Burada, konuyla doğrudan hiçbir ilgisi olmasa bile 70’li yılların Marksist sol hareketlerinin kitlesel temelleri nedir sorusunun, sağcı-ülkücü hareketlerin kitlesel temelleri ile karşılaştırmalı ve kıyaslamalı analiz ve tartışmalarının yapılmasında büyük fayda gördüğümü eklemek isterim.
Benim mahalle metaforu açısından bunlar konuya ilişkin ana çerçevemi değiştirmeyecek hususlardır. Sol hareketlere ilişkin ek bir değerlendirme daha yapmak isterim. 1960’lı yıllardan beri gelişen tüm sol hareketler (burada TİP, TKP dahil, tüm Marksist hareketleri kastettiğimi özellikle belirtmek isterim), benim iki mahalle dediğim mahalleler arasında bir köprü kurma şansına sahiptiler. En azından birçok bakımdan bu mahalleleri yakınlaştıran, mahalleleri ortaklaştırma perspektifi sunan bir açılım yapabilirlerdi ama bu olmadı. Sol, bu “mahalleleri birleştirme” işini niye gerçekleştiremedi? Niçin yeni bir ana damar, ana gövde yaratılamadı? Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir. Sol hareketlerin çoğundaki modernist- Kemalist düşünce yapısı bunda ne kadar etkili idi? CHP ile akrabalık ilişkilerinin (yani bu hareketlerin esas olarak şehirli küçük-burjuva topluluklar içinde şekillenmiş olmasının) bunda bir payı var mıdır? Niçin geniş bir kitlesel desteğe sahip sol örgütlerin arkasındaki destek, 12 Eylül 1980 sonrası yok oldu? Solun fiziki ezilmesi dışında, öteki mahalle ile kuvvetli kültürel bağların kurulamamış olmasının bunda bir rolü olduğu söylenebilir mi vb. vb.?
Bunlar şüphesiz tartışılacak konulardır. Ama bana yönelik tüm eleştiri yazılarında, amacın tartışma olmadığı açık. Yoksa elbette, benim geçmişe ilişkin kurduğum “iki mahalle” metaforunun eksik olduğu, Kürtler ve Hıristiyanlar örneklerinde olduğu gibi başka mahalleler eklemek gerektiği vb. ileri sürülebilir; hatta gerekli görülürse başka metoforlar geliştirilebilir ve bunlar üzerine sakin sakin konuşulabilirdi. Ama kullanılan dil ve yapılan saldırılara bakınca yazarların böyle bir niyeti olmadığını kolayca anlamak mümkündür.

 Dil ve şiddet kültürü

Bana yönelik saldırıların çok ciddi bir başka boyutu yazılara egemen olan dildir. Kullanılan dil içerik kadar ve hatta ondan daha önemlidir; daha doğrusu bu dil içeriğin ta kendisidir. “Pişmanlık”, “Teslimiyet”, “Değerler” ve onların “İnkâr”ı üzerine kurulmuş bir diskur söz konusudur. Söylenenin kendisinden çok, bunun öfkeli ve nefret dolu dile getirilişi daha önemlidir. Sakin ve medeni bir tartışma tercih edilmiyor; yazarlarının edebi metin yazma yetenekleriyle orantılı, alaylar, ince espriler ve hakaretlerle yoğrulmuş, öfke ve nefretin egemen olduğu bir dil tercih edilmiş. Bu dil iliklerimize kadar sinmiş şiddet kültürü ile doğrudan ilgilidir, ürkütücüdür ve kibarlığımla alay edilmesinin bir nedeni de budur.
“İnkâr”, “Değerlere Saldırı” vb. konularında oldukça kabarık bir tarihe sahibim. İlk önce PKK’nın, başta Çetin Güngör (Semir) olmak üzere kendi safından birçok insanı sistematik bir biçimde imha etmesine tavır aldığım için, PKK tarafından “devrimci değerlere ihanet eden”, “hain” ilan edildim. PKK’yı, dönemin Marksist-Leninist sol örgütleri takip etti. Benim “sivil toplumcu”, “devrimci değerlere saldıran”, onun içini boşaltan, “hain” vb. olduğum konusunda, aleyhime yıllarca süren yoğun bir kampanya yürütüldü ve Birgün’de şimdi yeniden boy gösteren yazılara benzeyen onlarca yazı yazıldı. Bunu Doğu Perinçek ve ekibi takip etti. Ermeni sorunu ile uğraşmaya başladıktan sonra ise kervana Hürriyet gazetesi katıldı. Daha sonra Ergenekon çevresi’nin ve ABD’deki ‘derin Türk devleti’nin doğrudan hedef tahtası oldum. Sonuçta, 1984’lerden beri “inkârcı” ve “değerlere saldıran” birisi olduğum sabit ama neyi inkâr ettiğim suçlayana göre sürekli değişmektedir.
Şimdi 2010 yılında, “değerlere saldırmak”, “inkârcı olmak” vb. gibi suç kategorileriyle bana saldıranların ciddi ciddi düşünmeleri gereken bir husus var. Hem kendilerinin “inkâr” ve “değerlere saldırı” suçlamalarını, PKK, Ergenekon, Hürriyet gazetesi ve devletin suçlama ve saldırılarından nasıl ve ne kadar farklı olduğunu anlatmak gibi hiç hoş olmayan bir işle uğraşmak zorundalar, hem de niçin bu çevrelerle aynı dili kullandıklarını izah etmek zorundalar. “Bizim ‘inkâr’ ve ‘değerlere saldırı’ derken kastettiğimiz şeyler diğerlerinkinden elbette çok farklıdır, kıyaslanması bile ayıptır” türü açıklamaların yetmeyeceği, tam tersine ana problemin esas olarak bu mantıkta yattığını bu dili kullananlar görebilirler mi bilemiyorum?
Bu nedenle, “MHP solcu değildir, kim MHP solcudur derse bu bana Milosevic’i hatırlatır” fikrime “değerlerimize saldırı var” diye öfkeyle karşı çıkanlardan rica ediyorum. Bırakın bu dili. Bu dil çok tehlikelidir. Bu dil “düşman yaratma” dilidir. Bu dilin bir ileri adımı, sizin gibi düşünmeyenleri “düşman” ve “hain” olarak ilan etmek ve çeşitli yollarla tehdit etmektir. Tehditlerden, “düşmanların ve hainlerin imha edilmesi”ne geçiş ise çok kaygandır. Sizleri her hangi bir şey ile itham etmiyorum. Sadece şiddetin zihniyet dünyamızdaki kökleri konusunda ufak bir hatırlatmada bulunuyorum. Farklı düşünmenin, “inkâr”, “değerlerimize saldırı” gibi suç kategorileri ile değerlendirilmesinin şiddet kültürünün dilimizdeki uzantısı olduğunu söylüyorum. Bu dili terk etmeniz sizlere yıllardır olmadık eziyetleri yapanlarla aranıza mesafe koymanız açısından da önemlidir.


Taner Akçam
Tags: ,

7 yorum

  1. Belki de bana öyle geliyor ama sanki Cahit Akçam Taner Akçam'ın yazısını hiç anlamamış, mahalle metaforu, Miloseviç örneğinin kullanıldığı bağlam... bunların Cahit Akçam'ın baktığı sınıfsal pencereyle doğrudan nasıl bir ilişkisi var çözemedim doğrusu. Taner Akçam'ın bir sonraki yazısındaki üslup hatırlatması çok yerinde bence. Mahalle, sınıf, örgünlenme... bütün bunları sosyolojik, felsefi... her açıdan tartışabiliriz, ama konuya birbirimizin muhataplığını kaldıracak denli sıfatlarla yaklaşınca artık konuşmanın da pek bir anlamı kalmıyor.

  2. Aklıma şu ortaokul kitaplarında olan "Okuduğumuzu anladık mı? bölümleri geldi cevabı okuyunca. Konuyla ilgili bir çok yazı yazıldı. Cahit Akçam'ın yazısında da olduğu gibi hiçbiri MHP ve CHP'nin neden bu manşette sol olarak gösterildiği ile ilgili bir açıklama yapmıyor. Anlamak gerçekten çok zor. Bu arada Taner Akçam sonradan yazdığı yazıyı ekliyorum.

  3. Cahit Akçam teoride solcu.Ben onun genel müdür yardımcısı olduğu şirkette çalıştım yıllarca, mesaimizde yemek vermez, nasıl mesailerinden keserim hesabı yapar, sigortamızı asgari ücretten yatırırdı.Bence MHP'liler bile ondan daha solcudur.O yüzden söylediklerinin altyapısı yok;en büyük altyapı yaşamsa şayet.

  4. Üstelik kendisi aynı konumu Taner Akçam için uygun görüyor: teoride solcu. İster istemez bu tartışmanın kişisel bir tartışma olduğunu düşünüyorum.

  5. Bence kişiselden ziyade fraksyon tarikatçılığı yapıyorlar. Cahit Akçam ve yakın çevresi hobby olarak dev-yol culuk yapıyor, inanç falan kalmamış.İçtiklerinde Mahirim şiirini okuyunca hala sosyalist zannediyorlar ama en büyük kapitalist olmuşlar.Bunların cemaaat zaten ya bar işletiyor aynı zamanda alkolik olmuş, ya mafya olmuş ülkücülerle tahsilat yapıyor, ya büyük işadamı olmuş işçiyi en ince telinden vuruyor, y da perişan durumda ve hala inançlı tabi bu son söylediğimi diğer 3 grup yolda görse selam vermiyor

  6. Kişisel yaşamlarını bilmiyorum ama özellikle Cahit Akçam'ın yazısındaki tavırlar çok bilindik. Nasıl olur da işçi sınıfını içine katmadan bir sosyoloji tanımı yaparsın vb. Ben bu tartışmanın kişisel olduğu fikrine katılmıyorum. Çünkü yazıdaki tavır bunları okuyan çeşitli grupların hemen kabullenip "Adam doğru söylüyor! diyebilecekleri kadar net. İnanç kavramı çerçevesinde bir politik görüşü sahipleneceksin, "pratik pratik" diye tutturduğun halde oturduğun yerden dağları devireceksin, "kirlenmemek" adına apolitik bir tavrı rahatlıkla kabul edeceksin, suya sabuna dokunan insanları da oportunist, reformist vb. kavramlarla yaftalayacaksın. Fazlasıyla tanıdık geliyor...

  7. Analizin ancak tek türlü yapılabileceği iddiası konusunda haklısın tabii. Ama ortada doğru dürüst bir analiz de yok ki Cahit Akçam açısından. Kişisel diye, "Taraf Gazetesi’nin “Nöbetçi Köşe Yazarı” Taner Akçam", "Doğru, “Sosyoloji Profesörü” değil “Tarih Profesörü” ama olsun profesör sonuçta; yalamış yutmuşluğu hepimizden bin kat fazladır.", "( Bakınız; Mercimeğin Faydaları, Meydan Larousse, Cilt 5, Kısım 55; sayfa 555 )"...vb. gibi ifadeleri kastediyorum. "Kişisel olan politiktir" diyen feminist gelenek ayrı bir dikkati hak eder de, laf sokunca fikir ürettiğini zanneden kişisel, politik midir, bilemeyeceğim.

Yorumsamacılık