13 mart 2010 tarihinde Yeşil Ev'de, son dönemde yasama-yürütme-yargı arasında yaşanan krizle ilgili bir Yücel Sayman söyleşisi yapıldı. Bu söyleşi hem gündemdeki tartışmaları hem de demokrat ve aklıselim bir hukukçunun olup bitenle ilgileri değerlendirmelerini yansıttığı için, söyleşinin bir özetini yayınlıyoruz.
1982 anayasası [türk vatanı ve milletinin ebedî varlığını ve yüce türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, türkiye cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve o’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda...] şeklinde başlar. Buna göre böyle bir tanım aslında, Kantçı anlamda saf a priori bir formun, bu formun izdüşümü olan bir içerikle doldurulması anlamına gelir. Böylece her anlamda teorik olarak tanımlanmış bir sistemin, şekil olarak ne gibi mekanizmalara sahip olacağı belirlenir. Bu [sözde] mükemmel sistemin temelinde, millet ile devletin bölünmezliği, birlikteliği, birbirinden ayrılmazlığı yatar. Buradaki "yüce" kelimesi, devletin sahibi olduğu varsayılan milletin aşkınlığını ve onun temeli olduğu devletin kadiri mutlaklığını vurgular. "Ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk" ifadesi basitçe tarihsel bir kimliğin sıfatlarının belirlenmesi değil, ama devlete ruhunu veren kimliğin, tüm diğer yan faktörlerden üstünlüğünün vurgulanmasıdır. Böylece birey, mezhep,etnik kimlik gibi birbirinden farklı her unsur, aşkın bir devletin içinde çözünmüş olur.
Düşünce suçları, taş atan çocuklar... hep bu kurucu ilke üzerinden anlaşılabilir. Burada aslında bir tür, suç olduğu vurgulanan bir eylemin değil, o eyleme önsel olduğu varsayılan düşüncenin yargılanması söz konusudur. Bu yüzden mesela bir çocuk polise taş attığında yargılanan taş atma eyleminin kendisi değil, bu eylemi kapsadığı varsayılan "devleti yıkma düşüncesinin" varlığıdır. Buradan tüm bir sistemin kağıt üstünde kendisini koruyacak şekilde tasarlandığı anlaşılabilir. 367 kararı, Baskın Oran'ın sudan sebeplerle defalarca mahkum edilmesi, Ermeni soykırımının olguları reddedecek denli inkarı, sistemin hep bu kendisini koruma içgüdüsü açısından okunabilir. Bu anlamda Hasan Gerçeker'in "yargı üzerinde baskı var" sözü, bu mutlak devlet iktidarının kendini koruma biçimi olması açısından sistemin bir tür savunma mekanizması olarak görülebilir.
Öte yandan toplumlar, kendilerini belirleyen sözleşmelerin ötesinde karmaşık ilişkilerden oluşurlar. Hrant Dink'in kendini en yalın haliyle ortaya koyuşu ezberleri bozabilir, 1915'e gömülmek istenen Ermeni katliamı hortlayabilir, yok sayılan Kürt kimliği her an her olguda kendini hatırlatacak bir hale gelebilir. Bu açıdan da AKP'nin, "yargı, yasama ve yürütme'yi kontrolü altına alıyor" önermesi de yerindedir. Ancak bu sürecin, AKP'yi de aşan dinamiklerinin olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Son olarak, bir anayasa aslında bir toplum sözleşmesidir ve artık yalnızca devletin şeklinin belirlendiği üst bir metin olarak kalamaz. Bu yüzden yeni bir anayasanın yapılması söz konusu olacaksa, o yapıyor bu yapıyor diye bakılmadan, bu süreci, toplumun tüm kesimlerinin katılabileceği bir süreç haline getirmek gerekir. Nihayetinde bir anayasa özünde, bireylerin nasıl birlikte yaşayacaklarına karar verdikleri geçici bir sözleşmedir.
Elbette Yücel Sayman tam bu terimlerle konuşmadı. Ama az çok konuştuklarının özünün bu olduğu söylenebilir. Her aktarımda olduğu gibi, bu özette de yer yer benim çarpıttığım yerler olmuş olabilir. Ama tüm bu konuşmadan şu 2 ana fikir çıkartılabilir: (ki elbette eminim başka mümkün ana fikirler de vardır)
1. 1982 anayasası bireye yer bırakmayan totaliter bir anayasadır.
2. Bir anayasanın yapılması partiler arasındaki ilişkilere, pazarlıklara bırakılmamalı, toplumun her katmanı bu süreçte söz sahibi olmalıdır.
0 yorum