Murat Çakır Kürt ve Avrupa siyasetini yakından takip eden bir yazar. Bu konularla ilgili yazıları www.koxuz.org; Gündem gazetesi gibi ortamlarda yayımlanıyor; ayrıca Kozmopolit Blog adlı bir bloğu da var. NATO'nun yakın dönem stratejisiyle ilgili yazdığı bir yazıyı paylaşmak istedik.
Emperyalizmin sürdürülebilirliliğinin stratejik konsepti
Lizbon’da bir araya gelen NATO ülkeleri, 1999 Yugoslavya Savaşı ile kurumsallaştırılan NATO Stratejik Konsept’ini yeniden biçimlendirecekler. Okuduğunuz bu yazı kaleme alındıktan bir gün sonra başlayan NATO Lizbon Zirvesi’nde karar altına alınacak olan yeni Stratejik Konsept’in içeriği, Zirve öncesinde gizli tutulmaya çalışıldı, ancak 2010 Haziran’ında yayımlanan bir rapordan içerikle ilgili ipuçlarını okumak olanaklı. Bu açıdan Zirve öncesinde bir analiz yapmaya çalışmak yanlış olmayacaktır.
2009 Nisan’ında Strassburg ve Kehl kentlerinde yapılan NATO Zirvesi’nde bir araya gelen devlet ve hükümet başkanları, 1999 yılında kararlaştırılmış olan NATO Stratejik Konsept’inin yenilenmesine karar vermişler ve akabinde de NATO Genelsekreteri Anders Fogh Rasmussen »yenilenme önerisi« hazırlaması için bir »Uzmanlar Grubu«nu görevlendirmişti. Grubun başkanlığı, Yugoslavya Savaşı’nın mimarlarından olan eski ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright’a verilirken, petrol tekellerinin temsilcisi olan Royal Dutch Shell tekelinin eski CEO’su Jeroen van der Veer de başkan yardımcılığına getirilmişti.
2009 Eylül’ünde göreve başlayan »Uzmanlar Grubu« 17 Mayıs 2010 tarihinde»NATO 2010: Assured Security; Dynamic Engagement« [1] başlıklı raporunu Genelsekretere sunmuştu. 58 sayfalık rapor, Rasmussen’in üye ülkelere sunduğu ve Lizbon’da kararlaştırılacak olan taslağın iskeletini oluşturmakta. Basında yer alan haberlere göre Rasmussen, iskeleti canlandıracak »ince ayarı« bizzat yapmış. Raporda yer alan somut öneriler, bugünlerde gazete sayfalarında okunabilir.
Yenilenen Stratejik Konsept’te ilk dikkat çeken hususlar kuşkusuz NATO’nun askerî reaksiyon göstermesine neden olacak »tehditler kataloğu«nun geliştirilmesi, sivil-askerî işbirliğinin kurumsallaştırılması ve NATO-AB işbirliğinin yoğunlaştırılması hedefiyle »Mutabakat İlkesi«nin yumuşatılmasıdır. Bunlarla birlikte, ilk vuruş opsiyonu dahil, NATO ülkelerinin elindeki muazzam nükleer silah cephanesinin sürekliliği de öngörülmekte.
Yeni tehdit senaryoları ve 5. Madde’nin yeni tanımı
Konsept aynı »NATO 2020« raporunda olduğu gibi, Batı’nın her yandan tehdit edildiği varsayımı üzerine kurulu olacak. Bu tehditlerin başında kitle imha silahlarının yaygınlaştırılması, »siber saldırılar«, enerji nakil hatlarına yönelik sabotajlar ve merkezî deniz yollarının »engellerle« karşılaşma olasılıkları geliyor. Gerçi bunlar ve benzeri tehditler daha önceleri de ifade edilmekteydiler, ama artık – ki Konsept’te yeni olan da bu – anılan tehditler, bir NATO üyesi ülkeye yönelik askerî saldırı olarak algılanacaklar.
Örneğin »siber saldırılar« bir savaş nedeni sayılacak. Geçen aylarda basında yer alan haberlerle konu kamuoyu gündemine taşınmış ve ABD Savunma Bakanlığı müsteşarı William Lynn, »Öncelikle interneti savaş yönetiminin bir alanı olarak kabullenmemiz gerekir. Aynı hava, kara, deniz ve uzay olduğu gibi, internet de savunacağımız ve özgür çalışmamız gereken bir alan olarak görülmelidir« (WDR televizyon haberi) diyerek, internet virüsleri ile yapılan casusluk girişimlerinin, NATO Antlaşması’nın 5. Maddesi’ndeki »İttifak Durumu«na yol açacağını savunmuştu. Bilhassa Rusya ve Çin kaynaklı olduğu iddia edilen »siber saldırılar«, Konsept’te »kolektif güvenlik tedbirlerine yol açabilecek tehditler« [2] olarak yer alacaklar. Burada dikkat çeken asıl ifade, bu saldırıların »... 5. Madde’de belirtilen saldırı seviyesine ulaşsalar da, ulaşmasalar da...« NATO’nun askerî yanıt vermesine »neden olacakları«dır.
NATO’nun sürdürdüğü savaşların »ekonomik çıkarlarımızın korunması için gerekli olduğu« söylemi, kısa bir süre önce Almanya eski Cumhurbaşkanı Horst Köhler’in istifasına neden olurken, aynı ifade yeni Konsept’te açıkça yer alıyor:»Yeterli enerjiye ulaşım her çağdaş devlet için gerekli bir önkoşuldur. (...) Enerji tedarikinin kesintiye uğrama olasılığı, NATO’nun strateji planlamasında ve böylesi beklenmedik durumlara karşı alınacak tedbirlerin hazırlanmasında yüksek önem taşır.« [3] Bu ifade, giderek azalan fosil enerji kaynaklarına hakim olma mücadelesinin, NATO tarafından artık küresel egemenlik sistemini askerî araçlarla güvence altına almasının gerekçesi olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Bölgesel örgüt – Küresel jandarma
Yeni Konsept, aynı 1999 Konsept’i gibi, NATO’yu »Avro-Atlantik-Bölgesi«nde hareket eden bir örgüt olarak görecek. Ancak NATO’nun yeni tehdit tanımlamaları çerçevesinde hareket edeceği »Müdahale Alanları«na bakıldığında – Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Yakın ve Orta Doğu (Latinamerika, Kuzey Amerika ve Pasifik Okyanusu, Amerikalı Devletler Örgütü’nin kontrolüne bırakılmış durumda) – NATO’nun bir küresel jandarma gibi hareket etmeye kararlı olduğu görülecektir.
Bu noktada iki temel yeniliğe dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, »NATO görevlerini aynı anda her yerde yerine getiremez« gerekçesiyle, NATO görevlerinin tek tek NATO üyesi ülkelere devredilmesi ve bunların »durumdan vazife çıkararak« gerektiğinde otonom olarak askerî müdahalelere karar verebilmeleri planıdır. Tam da bu nedenle NATO kararları için bağlayıcı olan »Mutabakat İlkesi«nin yumuşatılması öngörülmektedir. Böylelikle küresel stratejilere koopte edilen Türkiye, İsrail veya Brezilya gibi eşik ülkelerine bölgesel »sorumluluklar« aktarılacak ve yeni »bölgesel güçler« NATO’nun taşeronları olarak işlev göreceklerdir. Türkiye’nin »Füze Kalkanı« çerçevesinde,»füze kalkanının komutası bizde olmalıdır« çıkışını bu bağlamda değerlendirmek gerekir, ama o konuyu daha sonra ele alalım.
İkinci temel yenilik ise, NATO müdahalelerinin »BM Güvenlik Konseyi kararları ile« gerçekleştirilmesine önem verilmesidir. Gerçi Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’nde veto koyması durumunda Konsey kararlarını beklemeden de müdahalede bulunma opsiyonu açık tutulmaktadır, ama aynı Afganistan Savaşı’nda olduğu gibi, bu şekilde NATO müdahalelerine BMÖ meşruiyeti sağlanmak istenmektedir.
Böylesine bir yönelime gidilmesinin ardında Almanya’nın belirleyici rol oynadığını vurgulamak gerekiyor. Yeniden dünya büyüğü olan Almanya, emperyalist politikalarını sadece BMÖ, NATO veya Avrupa Birliği gibi »çatılar« altında sürdürebildiğinden ve »güvenlik« politikasını bu çatılar altında biçimlendirdiğinden, BM Güvenlik Konseyi Almanya için özel bir önem taşımaktadır. BM Güvenlik Konseyi kararlarına göre hareket etme yönelimi Almanya’yı, Güvenlik Konseyi’nde daimî üyelik elde edip etmemesinden bağımsız olarak BMÖ’nün en önemli aktörlerinden birisi hâline getirecek. Zaten İran ile yapılan müzakereler için oluşturulan »5 artı 1 Grubu« (G.K. daimî üyeleri ve Almanya) içerisinde yer alarak, daimî üyelerle fiîlen eşitlenmiş durumda olan Almanya, böylelikle kendi anayasasında yer alan ve yurtdışında askerî müdahaleleri yasaklayan anayasa maddesini BM meşruiyeti ile geçersiz hâle getirebilecek.
Biçimlendirilmesinde Almanya’nın belirleyici aktör olduğu bir diğer yenilik ise, Konsept’te yer alan »sivil-askerî işbirliğinin kurumsallaştırılması«zorunluluğudur. Görüldüğü kadarıyla Afganistan Savaşı’nın deneyimleri, işgallerin sadece masif askerî yöntemlerle güvence altına alınamayacağını kabullendirmiş. Özellikle Almanya’nın öncellediği ve askerî müdahalelerin etkinliğini önemli ölçüde artırması beklenen »sivil aktörlerin savaş planlarına eklemlenmeleri« stratejisi NATO içerisinde genel kabul görmekte.
Alman Şansölyesi Angela Merkel bu stratejinin ana hatlarını 2009 Eylül’ünde Federal Parlamento’da yaptığı hükümet açıklamasında şöyle belirtiyordu: »Yeni operatif realite, güvenlik ve güvenliğin tesis edilmesi anlayışında yenilik gerektirmektedir. (...) Öyle zannediyorum ki, Afganistan örneğinde, ki bu herkesce açık olarak görülebilir, başarının ancak NATO’nun askerî yetileriyle ülkenin geniş ve etkin stabilize edilme çalışmalarının sadece bir parçası olmasıyla elde edilebileceği görülmektedir. Ülkenin [Afganistan’ın] iyi gelişimi için yapılacak çeşitli sivil eylemler ve etkinlikler de diğer parçasıdır. Afganistan’da geliştirdiğimiz bu temel anlayış gelecekte tek defalık olmamalı, aksine ittifakın, yani NATO’nun temel stratejik anlayışı hâline getirilmelidir.«[4]
Yeni Konsept sivil ve askerî unsurları kombine ederek bu öneriyi uygulamaya sokacak. Konsept, bundan itibaren sivil ve askerî unsurların bilhassa işgal bölgelerinde ortak çalışmalarını ve bunun için NATO bünyesinde bu işbirliğini koordine edecek bir »Sivil Planlama Ünitesi«ni öngörecek. Uzmanlar Grubu’nun vurguladığı gibi: »NATO Savunma Planlama Süreci – NATO’ya bağlı olup olmamalarından bağımsız – ihtilaf bölgelerine gönderilen ilk silahlı güçlerin yanında stabilize etme operasyonlarına katılacak sivil kapasiteleri belirlemelidir.« [5]
NATO bu yaklaşımıyla işgal bölgelerinde savaşın mağdurlarına yardım eden sivil yardım kuruluşlarını, işgalin güvence alınmasına katkı sağlamaya zorlamak istemektedir. Ayrıca – bu özellikle Almaya için geçerli – Batı ülkelerindeki »Gelişme Yardımı ve Uluslararası İşbirliği Bütçeleri« bütünüyle NATO’nun belirlediği alanlarda ve NATO savaşlarının cephe arkasını »temiz« tutmak için kullanılacaktır. Sivil-askerî işbirliğinin diğer bir olumsuz yanı da, zaten işgal bölgelerindeki yerleşik halkın kuşkuyla yaklaştığı Avrupalı STÖ’lerinin bütünüyle inandırıcıklarını yitirecek olmalarıdır. Bunun sonucunda da, savaşın bir tarafı sayılacaklarından, direnişçilerin şiddet eylemlerine maruz kalma olasılıkları artacak ve sivillerin daha çok sayıda yaşamlarını kaybetmeleri söz konusu olacaktır. Muhtemelen STÖ’lere yönelik şiddet eylemleri de NATO tarafından »terörizme karşı savaşın« orunluluğu için gerekçe olarak kullanılacaktır.
NATO ve AB kol kola, savaş cephelerine
Yeni Konsept, NATO’nun olanaklı oldukça esnek davranabilmesi için çeşitli mekanizmaları öngörecek. Bunların başında şüphesiz »Mutabakat İlkesi«nin yumuşatılması gelmekte. NATO yöneticileri yıllardan beri »bazı üye ülkelerin sunî gerekçelerle mutabakatın sağlanmasını engellemelerinden« yakınmaktaydılar. 28 üye ülkenin İttifak Durumu’nun ilân edilmesi veya bütçe kararlarının alınması gibi önemli konularda mutabakat sağlaması işin doğası gereği uzun bir süre aldığından, yeni NATO’nun çok daha çabuk karar alması sağlanmak isteniyor. »Mutabakat İlkesi« yumuşatıldığında, NATO’nun büyük üyeleri aldıkları kararlarla diğer üye ülkeleri çeşitli biçimlerde baskı altına alabilecekler ve sonucunda da aşırı silahlanma ve ekonomik nedenli savaşlar otomatik bir biçimde birbirlerini kovalayacaklardır.
Bununla birlikte Konsept’in önemli motivasyonlarından birisi de, NATO ve AB arasındaki işbirliğinin geliştirilmesidir. Lizbon Sözleşmesi’nin 222. Maddesi (Askerî Dayanışma), NATO Antlaşması’nın dayanışma maddesinden daha yaptırımcı olması ve gene Lizbon Sözleşmesi 42. Maddesi gereğince AB üyesi ülkelere silahlanma zorunluluğunun dayatılması nedeniyle, NATO ve AB arasında bir »Daimî Yapısal İşbirliği«ne gidilmesi planlanmakta. NATO bu şekilde AB’nin, Lizbon Sözleşmesi ile kurumsallaştırdığı AB Silahlı Mücadele Güçleri (EU-Battle-Groups) ile AB Silahlanma Ajansı’nın olanaklarından çok daha fazla yararlanabilecek.
Başta Almanya olmak üzere Çekirdek Avrupa ülkeleri de bu işbirliğinden yararlanabilecekler. »Daimî Yapısal İşbirliği« ve Lizbon Sözleşmesi doğrudan kendi ulusal anayasa ve yasalarının engellediği girişimleri gerçekleştirmelerine olanak sağlayacak. Oluşturulması hedeflenen »Yeni Transatlantik Partnerlik«, ABD yönetimi tarafından öncellenen, »yüklerin paylaşımını« da kolaylaştırılacak.
Ancak bu işbirliğinin yetersiz olduğunu söyleyenler de yok değil. Bilhassa ABD’li silahlanma lobileri, »askerî transformasyonu engelleyen en önemli faktör, Avrupa’nın yetersiz savunma ve yatırım giderleridir«[6] diyerek,AB’nin daha fazla maddî yükümlülük altına girmesini istiyorlar. ABD’nin zaten kötü olan ekonomik durumu nedeniyle savaş giderlerini »daha adil paylaşmak« istemi, başkan Barack Obama’nın hükümet programında yer alıyordu. Bu nedenle yeni Konsept’in Avrupa’nın askerî kapasitelerinin artırılmalarına yönelik vurgusu şaşırtıcı olmayacak. ABD’nin daha önceleri potansiyel tehlike olarak algıladığı Avrupa askerî kapasitelerinin artırılmasına şimdi destek veriyor olması, Çekirdek Avrupa’nın da işine gelmekte. Bu açıdan ABD ve AB arasındaki çelişkilerin azalıyor olması tespitini yapmak, yanlış olmayacaktır.
Ancak bu işbirliğinin pratikte hayli sorunla boğuştuğunu da vurgulamak gerekiyor. Bu sorunların başında hâlâ çözülememiş olan Kıbrıs Sorunudurmakta. Örneğin Kıbrıs, Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs’taki işgalini bitirmediği müddetce, AB Silahlanma Ajansı’nın üyesi olmasına karşı çıkıyor. Diğer taraftan Türkiye de Kıbrıs’ın NATO üyesi olmaması gerekçesiyle NATO-AB işbirliğini bloke ediyor. Kıbrıs, AB üyeleri arasında NATO’ya ve NATO’nun »Barış için partnerlik« programına üye olmayan tek ülke. Böylece Kıbrıs Sorunu hem NATO’nun, hem de AB’nin başını ağrıtmaya devam ediyor.
Diğer yandan NATO-AB işbirliği konusunda sorun yaratan bir başka konu, NATO’nun 2002 Prag Zirvesi’nden itibaren tartışmaya başladığı »Füze Kalkanı« (Aktive Layered Theatre Ballistic Missile Defence System) projesidir. Bu konuda Türkiye, sistemin kurulmasında İran’ın adının geçmemesi ve komuta kontrol mekanizmasında söz sahibi olması için bastırmakta. Diğer bir hedefi ise, kendi»Ulusal Füze Savunama Projesi«nin maliyetini düşürmektir. Türkiye, orta menzilli hava savunması için uluslararası bir ihale açtı. Büyük bir olasılıklaPatriot (PAC3) sistemlerini satın alınacak ve Zirve’den çıkan karar doğrultusunda da kaç tane PAC3 bataryası alınacağına 2011 Haziran’ında Ankara’da karar verilecek.
Türkiye’nin pazarlık gücünün pek fazla olmamasına rağmen, Genelsekreter Rasmussen’in geçen Pazartesi günü Brüksel’de yaptığı bir açıklama, muhtemelen İran’ın adının geçmeyeceğini gösteriyor. Türkiye hükümeti bunu bir başarı olarak pazarlayacak ve PKK’ye karşı verdiği askerî mücadelenin »desteklenmesi« konusunu iç politika malzemesi yapacak. Ancak Kürt Sorunu’nda NATO’nun uzak duracağı ve Güney Kürdistan yönetimine yaklaşacağı da, NATO Barış Ödülü’nün Mesud Barzani’ye verilmesiyle belli oldu. Kürt Sorunu’nda istediğini alamayacak olan Türkiye ise »Füze Kalkanı« ve ülkedeki ABD üslerinde konuşlandırılan nükleer silahlar nedeniyle »hedef ülke« olmaktan kurtulamayacak.
Transatlantik emperyalizmin nükleer vurucu gücü
Türkiye’den Baltık Denizi’ne, oradan Hazar Denizi ile Kızıl Deniz ve Basra Körfesi’ne kadar geniş bir coğrafyada füze sistemi kurmak isteyen emperyalist güçler, sadece Avrupa’da NATO’nun kontrolünde olan yaklaşık 900 nükleer silaha sahipler. Füze sistemleri ve nükleer silahlar doğrudan Rusya’nın ilgi alanında olduğundan, Rusya ile ilişkilerde sorun yaşanması programlanmış durumda. Bu nedenle Rusya’nın enerji partneri olan Almanya, NATO’nun Rusya ile olan ilişkilerini düzeltmesi gerektiğini düşünüyor.
Zirve’ye katılan Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medwedjew, gerek NATO üyeleri arasındaki görüş farklılıklarını, gerekse de NATO’nun bilhassa Afganistan Savaşı için Rusya’ya muhtaç olduğunu biliyor. NATO özellikle Afganistan coğrafyasına daha uygun olan Rus helikopterlerine göz dikmiş durumda ve beklentisi, bu helikopterlerin NATO güçlerine verilmesi, ayrıca NATO pilotlarının Rusya tarafından eğitilmesi. Bununla birlikte Afganistan’daki birliklerin lojistik desteğinin Rusya üzerinden devam etmesi. Yani, sonuç itibariyle NATO ve Rusya arasında bir yaklaşmanın olacağından hareket edilebilir.
Her halükârda yeni Konsept, NATO’nun elindeki nükleer tehditi kullanmaya devam etmesini sağlayacak. Yaklaşık 20 milyar Avro’ya mal olacak füze sistemi ile birlikte, elde tutulan muazzam nükleer silah deposu NATO’yu »ilk vuruş opsiyonu« ile birlikte dünyayı bir kaç kez yok edebilecek bir nükleer güç hâline getiriyor. Yeni Konsept, nükleer silahların konuşlandığı NATO üyesi ülkelerin»nükleer silahlar ve yeni tehditler var olduğu sürece« bu gücü ellerinden bırakmamalarını öngörecek.
Sonuç olarak, NATO gibi aşırı silahlı ve her an – her yerde – her zaman »vurmaya« hazır bir askerî ittifak, salt varlığı ile dünyada süren savaşların devamına ve yenilerinin çıkmasına neden olan bir potansiyel oluşturmaktadır. Eskisi veya yenisi, NATO Konsepti’nde bir nokta değişmeyecek: NATO, transatlantik emperyalizmin nükleer vurucu gücü olarak insanlığın en büyük tehditi olmaya devam edecek. Bugünlerde Lizbon sokaklarında NATO’ya karşı gösteri yapan insanlar haklı: No to NATO! NATO’ya hayır! – insanlığın ortak istemi olmak zorunda. Çünkü NATO var olduğu sürece, insanlığın barış içerisindeki bir geleceğini tasavvur etmek bile olanaklı olmayacaktır.
*************************
[1] Bkz.: http://www.nato.int/strategic-concept/expertsreport.pdf
[2] Bkz.: http://www.nato.int/strategic-concept/expertsreport.pdf, S. 45
[3] Bkz.: aynı yerde, S.45 ve devamı
[4] Angela Merkel’in 26 Eylül 2010 tarihinde NATO Zirvesi vesilesiyle yaptığı hükümet açıklaması. Bkz.: www.bundesregierung.de
[5] Bkz.: http://www.nato.int/strategic-concept/expertsreport.pdf, S. 42
[6] Bkz.: Haftada ik defa İngilizce ve Fransızca yayımlanan »Europe Diplomacy & Defence« bülteninin 18 Mayıs 2010 sayısı
Neler Oluyor Hayatta
19 Kasım 2010 11:43
Güzel bir inceleme yazısı olmuş eline sağlık.İyi bir okuma yapmışsın.Baktığın noktadan var olan gelişmelerin senin işaret ettiğin noktaya doğru gittiği ortada.Burada aslında sorulması gereken daha da geniş olduğunu düşündüğüm bir soru var:"Emperyalizmin(ister transatlantik ister kara avrupası kaynaklı olsun)monoblok bir davranış biçimi var mıdır?"
20 Kasım 2010 15:03
Hatta soruyu şöyle de sorabiliriz belki: öyle bir monoblok davranış biçimi var mıdır ki, biz onu emperyalizm olarak adlandıralım?
21 Kasım 2010 01:54
Sorularınıza verilecek cevapların yazıdaki yaklaşımın bütünlüğünde nasıl bir noktaya temas edeceğini ben çok anlayamadım açıkçası. Yani ikinize de cevap olarak diyebilirim ki emperyalist oluşumların konjonktürel olarak monoblok tutum arayışları olabilir ama uluslararası mali sermayenin kaçınılmaz rekabet ortamında çatlaklar da kaçınılmazdır. Taraflar da her daim bu çelişkilerden yararlanma eğilimindedir. Oldukça beylik bir açıklama benimkisi. Ama soruların beylik olması bu cevabı getiriyor bence. Soruların da cevapların da belirgin bir tedrisata denk düştüğünü pek de anlamlı olmadığını belirtmek istiyorum.
Benim bu aşamada kafama takılan bu yüksek politikanın teorisinin ve pratiğinin çapraz ateşinde, sözümüzün ya da kuvvetmimizin ne kadar cılız bir fotoğraf karesine dönüştüğü. Yani memlekete füze kalkanı kurulacakmış... Şimdi buna söyleyeceğin sözün gündelik politika açısından "kahrolsun emperyalizm"i aşan bir dile tekabül etmesi gerekiyor bence. Yani emperyalizm kahrolsun elbette de bu aşamada daha dişe dokunur, yaşama dokunur bir söylemi ve pratiği nasıl geliştireceğiz örneğin? Yani yazıyı okuyorum, evet, son derece komple bir yaklaşımla bir hareket planı, konsept oluşturulmuş, oluşturuluyor. Nato, emperyalizm neyse ortaya somut bir tavır koyuyor. Biz şimdi sırtımıza oturtulacak olan bu füze kalkanının altında nasıl nefes alıp, nasıl bir şeyler demeye, nasıl tavırlar göstermeye çalışmalıyız örneğin? Yani söylem, polkitika, pratik hiçbir tıkırtı yok gibi... Başa dönersem sorularınıza yani, emperyalizmin monoblok ya da poliblok farketmez bir tavır ortaya koymasını tartışmanın bize ne yararı olacak? Burada yararlılığı da önemsiyorum gerçekten. Soruları başka yerlerde aramanın çabasında olmak lazım sanki. Diğer türlüsü skolostik bir tartışma hissi veriyor bana. Bir çırpıda yazıyorum, derdimi de iyi anlatabildim mi bilemiyorum ama sonuç itibariyle ben bu mevzuda Nato toplantısının sonunda çekilen hatıra fotoğrafının yanında bizim fotoğrafımızın ne kadar da karikatür kaldığına bakıp canımı sıkıyorum... Yani umutsuz falan hiç değilim ama durum da pek parlak görünmüyor. Siz "yorumcanlar"ın can sıkıntısı da önemli eywallah DA! :) Diğer yandan da herkese kendi can sıkıntısı büyük geliyor işte diyelim! :) VE buradaki yorum dünyamıza da ilk adımımızı atmış olalım! :) Pış pışlayanlara teşekkürler! :) Kolay gelsin zira! :) Muhabbetten olsun yıkımımız! :)
Selametle...
21 Kasım 2010 03:10
Aslında soruyu sorma sebebim emperyalizmin "monoblok mu yoksa çoklu saldırı biçimleri mi geliştiriyor"tartışması açmak değildi.Beylik bir soru sormaya çalışmaktan ziyade tam da senin de cılız bulduğun bu karşıtlık meselesine değinmek isteyimden sordum belirli bir cevap aradığımı söyleyemem ama cevap için teşekkürler.
Belki de bu cılızlığın sebebi yazıda da kendini ele veriyor.Yazıdaki veriler ayrıntılı olsa da bizi en kolay yoldan karşıtlığa hazırlar bir yönlendirmeyle ilerliyor.Hızlıca bir sebep-sonuç ilişkisi kurulup "bu kötülüklerin"karşısında durmak gerek tavrını almamızı örgütlemeye çalışır bir hali var.Bu tavırın alınması iyidir veya kötüdür diye diyebileceğim bir sözüm yok olamaz da.Yalnız ben yazıdaki veriler ile birlikte kafamdaki NATO varlığının bugünün dünyasında nereye oturduğunu daha çözebilmiş değilim.Eski dünya düzeniyle doğu paktının karşısındaki NATO nun bugün nereye tekabül ettiği bir muamma.Bugün itibariyle imzalanan 28 ülkeyi kapsayan bu füze antlaşmasının da neye dair olduğunu anlamak pek mümkün değil,zaten sonuç bildirgesi bir dış tehdit belirlemekten çok uzak kaldı ve Rusya da ilerleyen aylarda projeye ortak olabileceğini açıkladı,İran ın bahsi hiç geçmedi.Bu durumda bu proje ne için yapılıyor?
İşgal veya savaş poitikaları üzerinden kapitalizmin kendini idamesi kapitalizmin ilk evrelerinden 20. yüzyılın ortalarını geçkin bir döneme kadar devam ediyor ancak bugün hala daha buna dayandırarak bir emperyalizm tanımı yapmak zor. Belki artık böyle net bir tahlil koyabilme şartları ortadan kalktı.
Kafalarımızda en azından böyle bir soru işareti yaratma çabasıydı benimkisi de yoksa havaya kurşun sıkayım gökyüzünden ne yağarsa şükür demedim.
Esaslı can sıkıntılıya selamlar...
21 Kasım 2010 14:37
Monoblok meselesiyle aslında şu soruyu sormak istedim: bizim evvelden emperyalizm terimi altında anladığımız şey, acaba bugünkü duruma uyuyor mu? Emperyalizm kavramı beraberinde bütün o eski literatürü taşıyor, başta da Marksizmin Lenin varyantına gönderme yapıyor: kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm. Evet böyle bir kavramsallaştırma belli bir manada monoblok bir davranış biçimini de öngörür, burjuvazinin kendi içinde yaşadığı karşıtlıklardan önce işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisini vurgular. Oysa Alican Erkol'un da değindiği gibi bütün bu tartışmalarda işçi sınıfının, hadi daha genelleştirerek söyleyelim herhangi bir muhalefetin esamesi bile okunmuyor. Bütün mesele, yazıda da gayet ayrıntılı değinildiği gibi NATO'nun değişen dünya koşullarına uygun bir şekilde nasıl yeniden yapılandırılacağı. Bugün Cemil Ertem de yazısında değinmiş (http://taraf.com.tr/cemil-ertem/makale-lizbon-un-ve-nato-nu-anlattiklari.htm) ulus-devlet tarzı savaş algısının yerini tamamen başka türlü bir savaş tarzı (Negriler buna her yerde sürekli savaş diyorlar) alıyor. Öyleyse artık NATO'ya üye ülkeler sadece kendi egemenlik hakları çerçevesinde davranamazlar (buna ulus-devlet deniyor). Nitekim Türkiye füzelerin komutası bizde olmalı talebiyle geldiğinde önemli bir NATO yetkilisi bu talebi bir ayrıntı olarak değerlendirmiş, asıl ilgilendiklerinin kavramsal boyut olduğunu söylemişti. Diyeceğim o ki nasıl ki egemenler, "emperyalistler" yeni dünyaya uygun kavramlar, kurumsallaşmalar geliştiriyorlarsa, bizim de oluşan yeni koşulları özgün bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Yoksa zaten toplantının yapıldığı binanın önündeki eylemler çoktan içerilmiştir. İnsanlığın ortak istemi bir "No to NATO"nun nasıl etkili bir talebe dönüşebileceğini de konuşmak gerekiyor.
21 Kasım 2010 23:07
"Yorumcanlar"ın iş tuttuğu bu harcı alem mevzulara vuvuzella kıvamında uygun bir dalış daha gerçekleştirme niyetim yanıbaşımda kafayı yerken; diğer yandan muhabbetimizin ayak seslerini sorgulayan mentollü bir "traş" losyonu akıyor beynimden! Bu "monoblog" fragmanını bu zeminden kazıyıp başka zeminlere uygulamanın dimağımıza daha ışıltılı bir ortam sağlayacağına hafiften gark etmiş bulunmaktayım...
Burada apar topar inilmesi gereken istasyonun parlak dilli yüksek politika "çıkmazı" değil, "mesnetsiz mesnetsiz" ortama akan güzel insanın kıyısına teknecağızlarını bağlamayı göze aldığı, yalapşap delikanklılarının bolluğuyla ünlü bir tür kenar mahalle havasındaki yeni kavram dünyasına (Alice'inki gibi misal; why not?) gerdan kırılması, kanaatimce afilli bir nanik olacaktır! Zira ateşimizin bacayı sardığı bu vizyette, lafzı bakımdan çenesi yorulan züğürde dönüşmememizin yegane kaidesi, biraz da epeyce su almış kafalarımızı yetişkin bir kovayla boşaltıp, yelkenler fora demenin tadına varmaya çalışmak olmalıdır. Uzaktan gelen davulun sesindeki patlağın izleri gibi kendine şahan suretlere elveda deyiverip, vira bismillah güzel cemiyetlerde itibarlar fışkırtan bir geniş muhabbet, irtibat, selahiyet ve müşterek gelecekler üzerine bol bol fındık kırıp, kırılan bu fındıkların kabuklarını da nato gibi çitlembiklerin üzerine dökmek gerek bence! Bu yöntemi benimsedik mi siz sağ ben selamet, kıkırdamadığımız ortam kalmaz! VAAAR mısın?! Var mısın var mısın var mısın?.. :)) Civardayım...