Neler Oluyor Hayatta
03 MART 2011, herhangi bir gün gibi başladı sonra bir ara gözüme tv de ergenekon soruşturması dahilinde 11 kişinin gözaltına alındığını duydum,işin aslı pek önemsemeyip gazetemi okumaya devam ederken "ahmet şık" ismi anıldı,ismi hatırladım ama kişiyi bir türlü anımsayamadım daha sonra Ertuğrul Mavioğlu nun "bu Mccarthy cilikdir" sözlerini duyunca hatırladım...Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte "Ergenekon da kim kimdir" kitabını birlikte çıkarmış ve hatta bu kitap yüzünden ergenekon davasından yargılanan sanıklar tarafından haklarında tazminat davası açılmış bir yazar(davaları nisan 2011 de).Metin Göktepe ve Manisa daki gençlere işkence olaylarını meydaya taşımış gazeteci olarak kayıtlara geçmiş bir gazeteci.Ertuğrul Mavioğlu ise 1980 den sonra 8 yıl dev-sol davasından cezaevinde yatmış,dışarıda bu siyasetin içinde belli bir süre daha devam edip gazeteci-yazar olarak hayatına devam etmiştir.Daha sonrasında 12 eylül süreci ve güncelliği ile ilgili en sonuncusunu 2008 de yazdığı 3 kitap çıkarmıştır.Latin Amerika sol rüzgarını da radikal gazetesinde yaptığı haberlerle ve yazı dizileriyle türkiye ye taşımış bir insan.
Ahmet Şık ın gözaltına alınması ve daha sonrasında Ertuğrul Mavioğlu nun veryansını,bütün dikkatimi aktüel olan tartışmaya yöneltti ve izlemeye başladım.Hemen hemen bütün kanallarda çılgınlar partisi vardı.Birbirine bağıranlar,kendini savcı ilan edenler,hukukçular,ulusalcılar,diğer sanıkları kurtarmaya çalışmalar daha neler neler...Kafamı toparlayıp duru bir düşünce çıkartmaya çalışma yetim kaybolmuşken en son gece Ertuğrul Mavioğlu nu ntv de tek başına çıktığı bir programda izledim ve artık kendimi tv ye kapattım.
Ortada açık bir hukusuzluk olduğu herkesin mutabık olduğu tek gerçek olarak masada duruyor,daha öncesinde de savcılık ifadelerindeki sorular,polis ifadeleri,telefon dinlemeleri,el koyulan telefonlarda aramalar çıkması gibi usülsüzlükleri işbilir polisin işgüzar işleri olarak algılayabiliriz lakin İstanbul savcısının Ankara da arama yaptırabilecek kadar pervasız davranabilmesi ve keyfi olarak gözaltına alınmış gibi görünen iki kişinin soruşturmaya dahil edilmesi bana 90 lar ve 2000 lerin başlarına kadar devam etmiş DGM savcılarını hatırlattı.O dönemde sol örgütlenmelere ve kürt hareketine karşı yapılan aklı şaşırtan uygulmaları;davada adı geçen herkesin kendini bir anda terorist olarak cezaevinde bulduğu,davaları sanki savcıların değil de tmş birimlerinin açtığı,evrensel hukuğun bu coğrafyayı kapsamadığı bir dönem olarak anabiliriz.İnsan hakları derneği yıllıkları yalnışlıkla polis operasyonlarıyla öldürülen insan kayıtlarıyla sayfalarca belgelenmiş.Gelgelelim ölen insanlar,öldürüldükleriyle,cezaevine girenler,yattıklarıyla kalmış,hak aramaya çalışanlar yüce Türk yargısı tarafından susturulmuş,en şanslılılar herşey olduktan sonra en fazla AHİM den devlete açtıkları davayı kazanmışlar.Bugün ergenekon diye yargılanan o dönemin devlet yapılanmasının oluşturduğu yargı anlayışının bu davada karşımıza çıkması hiç de gülümsetmeyen bir ironi.
Demokrasi algılayışımızı bu topraklarda yenidenleştirebilecek olan bir davada yüce Türk yargısıyla yeniden karşılaşmak ve bu davada bununla hesaplaşmak zorunda bırakılmak traji komik bir parodoks.Kafalardan daha çok ses çıkacak,su daha da bulanıklaşacak buradaki sirayetli tavır"ne hukutan geçerim ne de ergenekon davasından vazgeçerim".
04.03.2011 de saat 12 de TAKSİM MEYDANINDA gazeteciler protesto ediyor
katılımcılar:yıldıray oğur,mehmet baransu
4 yıldır Hrant yok, 4 yıldır Vicdan yok, 4 yıldır Yargıç yok, 4 yıldır Savcı yok, 4 yıldır Hükümet yok, 4 yıldır partisi var Adalet yok, 4 yıldır Meclis yok, 4 yıldır Yürekleri yok, 4 yıldır Yüzleri yok…
Aradan geçen 4 yılda Hrant Dink davasında bir arpa boyu yol bile alınamadı. Hazırlanan 4. yıl raporunda avukat Fethiye Çetin mahkemenin davanın asıl özünden uzak durduğunu, olayı çeperlere, yani tetiği çekenlere daraltmaya çalıştığını vurguluyor. Bazı kurum ve mekanizmaların bu cinayetteki rolü bugün iyice açıklık kazanmışken, devlet görevlilerinin ısrarla soruşturma dışı bırakılması bu olayın ne kadar derinlere uzandığını gösteriyor.
Hrant Dink boşuna seçilmiş bir hedef değildi, bu dava da boşuna tavsatılmıyor. O, insanlara gerçek anlamda dokunmasını biliyordu ve bu sayede kendisine karşı kurulan tezgahları defalarca boşa çıkardı. Türkiye’de insanların belki de ilk defa bir Ermeniyle empati kurmasını sağladı. Tûba Çandar’ın hazırladığı “Hrant” kitabı bu durumu ortaya koyan sayısız örnekle dolu. Bu örneklerden bir tanesi de Akdeniz Üniversitesinde yaşanmış. Bir söyleşiye çağırılan Hrant Dink ve Oral Çalışlar provokasyon havasının hakim olduğu bir salonla karşılaşmışlar. Gerisini kendilerinden dinleyelim:
ORAL ÇALIŞLAR:
Olay şöyle gelişti. Ocak 2006’da Akdeniz Üniversitesi Atatürk Araştırmaları Merkezi’nden beni aradılar ve “Orhan Pamuk ve Hrant Dink davalarında düşünce özgürlüğünün sınırları” konulu bir sempozyuma davet etmek istediklerini söylediler. Ben de, “Orhan gelmez, zaten daha yeni saldırıya uğradı. Ama Hrant’ı arar sorarız” dedim. Sonra beni tekrar aradılar, “Orhan Pamuk gelmiyor, siz katılır mısınız?” diye sordular. Başka kim geliyor, soruma da cevap vermediler. Bunun üzerine Hrant’ı aradım. “Ben gitmiyorum, çünkü Vural Savaş’ı da çağırmışlar. Vural Savaş benim için, ‘Ermenistan’dan para alıyor, bu adamı vatana ihanetten yargılamak lazım’ diyen adam. Toplantıyı düzenleyenlere katılmayacağımı söyledim” dedi. Kapattık defteri. Birkaç gün sonra tekrar aradı Hrant. “Vural Savaş’ın katılmayacağını bildirdiler” dedi. Bu durumda gitmeye karar verdik. Ancak katılımcıların kimler olduğu sorumuza net bir cevap gelmiyordu bir türlü. Üstelik toplantıyı düzenleyen “Atatürk Araştırmaları Merkezi Müdürlüğü” adından da işkillenmiştik. Antalya ÖDP yöneticilerini aradım. “Biz böyle bir davet aldık. Hrant’la geliyoruz oraya. Bir tezgah kurabilirler. Havaalanından itibaren bizi korumaya alın,” dedim. Bir yandan da sonuç olarak bir üniversite orası, ne olabilir ki diye de düşünüyorsun. Kör gözüm parmağına, bir durumda gittik yani oraya. Gerçekten de ÖDP’liler karşıladılar havaalanında bizi.
Salona bir girdik ki, içerde jandarma komutanı, rektör, Antalya Belediye Başkanı tam takım dizilmişler. Vural Savaş da oturuyor orada. Konferansın yöneticisi olarak da Çetin Yetkin çıktı karşımıza. 1500 kişilik salon ağzına kadar dolu ve herkesin elinde kağıttan küçük Türk bayrakları. Bunları sallıyorlar göstere göstere… Çetin Yetkin, “söyle bakalım Türk zehirini akıtan…” diyerek tam bir savcı edasıyla Hrant’ı sorgulamaya kalktı. Bunun üzerine ben hemen müdahale edip, “bu şekilde konuşamazsınız, ya bu toplantıyı tarafsız yönetirsiniz yahut da bu iş burada biter,” dedim. Sonra Hrant konuşmaya başladı. Çok etkileyici bir konuşmaydı.
HRANT:
Damardan girdi tabii Çetin Yetkin, ilk soruyu bana sorup, “Türk’den boşalacak zehirli kan’la ne demek istedin,” derken.
Konuşmama şöyle başladım: “siz koca profesörsünüz, tanınmış bir savcısınız, o cümleden ne anladınız, anladığınızı salonda bulunanlara da anlatır mısınız?”
Kem küm etti, cümlenin çözümlemesini yapmaktan kaçındı. Ben ısrar edince de “hiçbir şey anlamadığını,” söyledi. Bu da zaten benim aradığım cevaptı.
Sonra dinleyicilere dönerek, “bu cümleyi tek başına alarak anlamanın kimse için mümkün olmayacağını, bu nedenle cümlenin önündeki ve ardındakilere cümlelere ihtiyaç duyulacağını belirtip bir kez daha o makalede “benim sorunumun Türkler olmadığını” anlattım.
Bu kez Urfa’daki davama geçip, “kahraman ırkıma bir gül” cümlesinden niçin rahatsızlık duyduğumu sordu Çetin Yetkin. Savcı kimliğiyle koca konferans salonunu tam bir mahkemeye çevirmiş. Aklı sıra beni sorguluyor ve halkın önünde mahkum etmeye çabalıyordu.
Ne var ki konuşmamı dinleyen ve etkilenen halk, artık onun beklediği halk değildi. Örgütledikleri halde bana tepki göstermiyor, bana karşı bayrak sallamıyor, aksine, konuşmamın bitiminde beni hararetle alkışlıyordu.
Oral’ın da ifade özgürlüğünü savunan mükemmel konuşmasının etkisiyle atmosfer artık değişmişti. Bu arada söz alan eski Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın gayreti de işe yaramıyordu. Sayın Başsavcı kendisini veto etmemi şikayet ediyor ama gerekçesini açıklamaktan imtina ettiği için de bu bahsi halka açıklamak bana düşüyordu.
Sayın Başsavcıyı veto etmiştim, çünkü bir gazeteye verdiği beyanatta bana ve Agos gazetesine yönelik haksız ve yalan ithamlarda bulunmuş, benim sadece 301. Maddeden değil, 305. Maddeden de yargılanmam gerektiğini söylemiş, Agos gazetesini de diasporanın trilyonlara varan maddi yardımıyla ayakta tuttuğunu dile getirmişti.
Son bir umut olarak, dinleyiciler arasında olduğunu ancak o an fark ettiğimiz –sayemizde ünlenen- Av. Kemal Kerinçsiz’i kürsüye çağırdı Çetin Yetkin. Onun halkı bize karşı tahrik etmeye çalışmasıysa ters tepen son silah gibiydi. Gençler ve halk kararını vermişti.
İfade özgürlüğünü savunan bizleri alkışlarla desteklerken, ifade özgürlüğünü bu demokrasiye çok görenleri aynı alkışlarla susturacaktı.
Hrant, Tûba Çandar, Everest Yayınları, s. 537-39
Elimizde telefon, belimizde i-pad, kıçımızda levis pantolon, başımızda diesel bere… Bilgi Üniversitesinin 1 kamera, 3-5 dekor bir garip stüdyosunda çekilen bir film kıyameti kopardı. Konu ahlak olunca gazetecisi, televizyoncusu, sinemacısı, akademisyeni yine ortalığa döküldü, yine neyin tartışıldığının bile anlaşılmadığı bir hengame oluştu. Kimisi “az sonra…” bayağılıklarıyla ortamdan nemalanmaya çalıştı, kimisi de “en çok bana soracaksınız, en çok bana” öforisi içinde köşe başlarını tuttu. Akademik özgürlüğün normalde konusunun bile açılmadığı bir ortamda aslında faydalı bile olabilirdi bu tartışma. Ama işte hasımlarına seks kasetiyle şantaj yapan, tecavüz sahnelerini defalarca izledikten sonra RTÜK’e “cık cık”lanan, cinselliğin her zaman sattığı zihniyetin ülkesinde geriye sadece ikiyüzlü bir kuru ahlakçılık kalıyor. The Porn Project ne kadar pornografik bilemiyoruz ama onun bu tarz bir ortamda, bu şekilde tartışılması basbayağı pornografik. Gizli kalması gerekeni açığa çıkardığı için değil, belirli bir bakışı dayattığı, Zeynep Sayın’ın deyişiyle, “göz ile bakış arasında oluşan bakışım alanını yok ettiği ya da kendine özgü bir oyunla perdelediği” için…
Zeynep Sayın “İmgenin Pornografisi” kitabında Bizans’tan Roma’ya, yapısalcılık sonrasından İslamiyete kadar imge ile pornografi ilişkisini inceliyor. “Göze geldiği an kendini gizleyen bir imge mümkün müdür?”; “bakıştan azade bir imge var mıdır?”; “imge görünme tarzıyla mı yoksa kendisi olarak mı porno-gráphic'tir?” gibi sorular soruyor. Bütün bu sorulara göre pornografi aslında bir tür hakikat sorunuyla ilişkili. İmge değişen bakışlara göre farklı tarzlarda tezahür eder. Bu anlamda bakışın iktidarı, seyircinin değil, seyirlik nesnenin elindedir. Burada da karşımıza hakikat ve iktidar sorunlarının nasıl birbiriyle iç içe olduğu ortaya çıkıyor. Odakta merkezlenen bakış bir tür panopticum gibi hareket eder ve kendi iktidar stratejisini oluşturur. Öyle ki bu durumda kişi, kendisine bakılıp bakılmadığının farkında bile olamaz. Kendini merkezi bir güç olarak sunan böyle bir güç her şeyi görme yanılsaması sunan iktidarın gözüdür. Bizim örneğimizde de imge, çekilen projenin kendisi değil, ama porno konusu üzerinden şeffaflaşan yüzlerce bakış ve bunlar üzerinden nesneleşen: Porno filmde oynayan kadın, üniversiteden atılan öğretim görevlisi, haberleşme trafiği durdurulan akademisyen, okuldaki bazı salonlara girip çıkması engellenen öğrencilerdir.
Zeynep Sayın'ın İmgenin Pornografisi kitabı için seçtiği resimlerden biri de Marcel Duchamp'ın "Tu m" adlı yağlı boya çalışması |
Elbette neyin porno olduğu, akademik özgürlüğün sınırları; porno endüstrisinin gelişimi, tarihi, oluşumu; eril ve dişil bakış açılarına göre bu tarz filmlerin neyi gösterip neyi örttüğü…vb. tartışılabilir. Ama içeriğini, konusunu, teknik araçlarını bilmediğimiz bir “proje”yi, milyonlarca doların döndüğü, milyonlarca insanın etkilendiği bir sektörle bir tutamayız. Bir proje, “ben pornoyum” demekle porno olmaz. Ama şunu söyleyebiliriz ki kendilerini tek hakikat olarak dayatan ve ataerkil bir söylemin parçası olarak ortaya çıkan bu konu üzerine dönen tartışmalar açıkça pornografik bir ortamın tezahürüdür. Bu anlamda pornografi basitçe, “cinsel organları ve onların çeşitli organik eyleyişini göze getirdiği için değil”, ama “kişinin kendine ait gözünü yitirmesine yol açtığı” için pornografiktir. Frederik Jameson’ı genelleyerek söylersek: Kendi aşırılığını dayatan, kendi bakılma arzusunu dışa vuran ve kendini hakikat olduğu iddiasıyla ortaya koyan bütün imgeler pornografiktir. Böyle bir tanım çerçevesinde, mesela birisinin kendi giyim tarzı değil, ama bu tarz üzerine üretilen söylemlerin kendisi pornografik olabilir.
Bu yüzden “az sonra” cıvıklığını, başöğretmen edasıyla sallanan parmakları, üniversite koridorlarını işgal eden ayak kaydırmaca oyunlarını projenin kendisinden daha pornografik buluyorum. Herkesin bir şeyler söylemek, espriler şakalar yapmak, bir yerden bir şeyler tutturmak için adeta kendisini zorladığı bu oyunun kendisi, bir kadının bir üniversite projesi olarak hazırlanan bir filmde kendi özgür iradesiyle oynamasından çok daha pornografik. Bunlardan birinin izleyicileri, diğerinin ise mastürbatörleri var.
Bir Yiğit Özgür karikatürü |
Biliyorum ki bu tartışmanın google’da en çok aranan kelimeleri, “akademik özgürlük”, “özgür üniversite”, “kadının yeri” ya da “sanatta çıplaklık” falan değil, ama “üniversitede skandal”, “porno projesi izle”, “okulda seks” gibi şeyler… Ahlakçı mantık ile tüketici hedonist anlayışın sınırları böyle bir tartışmada belirsizleşiyor ve ortak ataerkillik temasında buluşuyor. Bu yüzden, kapitalizmin her şeye tüketim üzerinden anlam verdiği bir çağda müstehcen olanın ortalığa serilmesinin pek de bir anlamı kalmamış gibi gözüküyor. Zaten gösterdiğimiz kadar anlam kazanıyoruz, yaptıklarımızla ettiklerimizle değil, ama giydiklerimizle, satın aldıklarımızla, sahip olduklarımızla kendimiz oluyoruz. Telefon, bilgisayar, pantolon, bere… imgeler yaşamın kendisine dönüşüyor, imgelerin dışında bir yaşam alanı kalmıyor. Asıl mesele görünür olmayan, bu tüketimci imgeselleştirmeye direnen saklı mekanları bulmakta belki de… O zaman ben de Zeynep Sayın’ın kitabına başlamayı tercih ettiği bir James Joyce alıntısıyla bitireyim:
“İncil yazarı Yuhanna, Patmos adasında dünyanın sonuna baktı kıyamet gününde; inşa edilmiş sonsuz kentin zümrütle, gökzümrütle, yakutla, gökyakutla, yeşimle, alaca akikle parlayan duvarlarına baktı. Oysa Crusoe’nun çevresindeki bütün bu verimli yaratıda bulduğu tek mücevher, bakire kumsalda çıplak bir ayağın bıraktığı izdi. Bu sonuncunun ilkinden daha değerli olmadığını kim söyleyebilir.”
Kahpe Bizans'tan Muhteşem Süleyman'a... İkiyüzlü ve Ceberrutuz!
"Kahpe" Bizans'ı izlerken gülüp eğlenmekte beis görmeyenler,
Murat Çakır
KOMÜNİZM? KOMÜNİZM!
Öcü hortladı. Her ne kadar kendini komünist olarak tanımlayanlar bile güncel gündemin ana maddesinin devrim ve devletin kendi işlevini yitirip
"sınırsız, ulussuz, sürgünsüz, özgür bir dünyada yaşamak isteyen herkesi bekliyoruz" |
Son bir kaç yıldır Türkiye küresel göç kontrolü rejiminde kendi payına düşen görevi yerine getirmek için çırpınıyor.
Her yıl adettendir ülkeyi, dünyayı sarsan siyasal olayların bir dökümünü yapmak. Epey bir zamandır bu olaylar beni pek de heyecanlandırmıyor. Ya klasik, dünyanın dört bir tarafından taşan savaş görüntülerine maruz kalıyoruz ya da o yılın ekonomik açıdan ne kadar verimli geçtiğini anlatan siyasetçi palavralarına... Tabii alternatif almanaklar da yapılmıyor değil. Yılın en önemli magazin, spor, kültür olayları seçip sıralanıyor. Bunlar da her ne kadar insanlara umut verme potansiyeli taşıyanlar arasından seçilse de sıradanlığı aşamıyor, bir önceki yıla göre bir farklılık yaratamıyor. Oysa belki de aradığımız heyecanı bilimlerde, felsefede bulabiliriz. Açıkçası felsefe için böyle bir "yıl dökümü" yapmak isterdim. Herhalde böyle bir çalışma uzun ve yoğun bir uğraş gerektirirdi. Neyse ki space.com uzay bilimleri için böyle bir çalışma yapmış. Bu yıl için bu kısa yazıyı çevirdim, bakarsınız belki seneye de ben felsefe için bir şeyler yazarım.
2010’un En İyi 7 Uzay Hikayesi
2010 yılında insanlık uzay dışı varlıklarla ilk kez temas kurdu –en azından “2001: A Space Odyssey” filmi öyle söylüyor.
Bu yıl gerçek dünyada öyle pek de dünyayı sarsacak bir olay gerçekleşmedi. Ama uzay bilimi araştırmacıları 2010 yılında aralarında uzaylıların nasıl bir yerde yaşıyor olabileceklerine dair bulgular ve kara maddenin doğasıyla ilgili ipuçları da dahil olmak üzere sıra dışı pek çok keşif yaptı.
1. Güneş sisteminin dışındaki ilk yaşanabilir gezegen mi?
Yıllardır duymayı beklediğimiz haber: yalnız olmayabiliriz. Eylül ayında gök bilimciler güneş sisteminin dışında yer alan yaşanabilir bir alanda farklı bir yaşam keşfettiklerini duyurdular. Yaklaşık olarak Dünya boyutundaki Gliese 581g adlı gezegen, sıvı su için yeterince uygun ve bu yüzden belki de yaşamın olabileceği bir yörüngede bulunuyordu.
Güneş sisteminden 20,5 ışık yılı uzaklıktaki gezegen Dünyadakine yakın bir sıcaklığa ve su bulunabileceğine dair belirtilere sahip
Gezegeni keşfedenlerden biri olan Santa Cruz Kaliforniya Üniversitesinden Steven Vogt şöyle diyor: “Bu gezegende yaşam olma şansı benim kişisel kanaatime göre yüzde 100.”
Ne var ki Gliese 581 g’nin olup olmadığıyla ilgili şüpheler kısa zamanda belirmeye başladı. Cenova Gözlemevinden gök bilimci Francesco Pepe ve ekibi, araştırmacıların çalışmalarında gördükleri şeyin bip sesinden ibaret olduğu iddiasını ileri sürdü. Bu baştan çıkarıcı dünyanın gerçek olup olmadığını zaman söyleyecek.
2. Asteroid tozu Dünyaya döndü
Bu görev yakıt sızıntısı, iletişim kesintileri ve iyon motorlarındaki arızalar ve çeşitli patlamalar gibi sorunlardan dolayı bozguna uğradı. Ama sonunda Japon uzay gemisi Hayabusa bir kayıt gönderdi. Bir asteroidin yüzeyinden alınan ilk örnekler geldi.
Uzay gemisinin, Itokawa asteroidinin silikon yönünden zengin bölgesine yaptığı 1,25 milyar millik (2 milyar kilometre) yolculuk 7 günde tamamlandı. Hayabusa’nın (Japonca “Kartal”) asteroide bir uzay aracı bırakması gerekiyordu, ama uzay aracı buradaki kayanın yüzeyini ıskaladı. Sonunda Hayabusa geri dönüş kapsülündeki örnekleri güçlendirmek için Itokawa’ya 2 kere iniş yaptı.
Araştırma sondası 13 Haziranda Dünyaya gururlu bir dönüş yaptı. Aracın çoğu atmosfere girişi sırasında planlandığı gibi yandı. Geri dönen kapsül Avustralya’nın dış bölgelerinden birine indi ve araştırmacılar Hayabusa’nın asteroidden 1500 toz zerresi getirdiğini onayladılar.
3. Arsenik tüketen yaşam?
NASA blogçuların ve gazetecilerin üzerinde fazlasıyla spekülasyonda bulunduğu uzay dışı yaşam kanıtı için süren araştırmaları etkileyecek bir astrobiyoloji bulgusunu tartışmak üzere bir basın toplantısı yapacağını açıkladı. Blogosferdeki en popüler dedikodulardan bir tanesi, bilim insanlarının Satürn’ün ayı olan Titan’da arsenikle yaşayan bir uzaylı yaratık keşfettikleriydi.
Gerçek daha az sıradışı olsa da yine de ilgi çekiciydi. Araştırmacılar Dünya üzerinde arsenik ile beslenen bir mikrop keşfettiklerini ilan ettiler. GFAJ-1 adı verilen bir jerm, bu zehiri DNA’sına ve normalde fosfor bulunan yaşamsal moleküllerine ekleyebiliyor.
©2010 Henry Bortman
Jeomikrobiolog FelisaWolfe-Simon Mono Gölü'nün sığ bölgesindeki göl dibi tortularını topluyor
Bulgu, yaşamın düşünüldüğünden çok daha çeşitli formlarda oluşabileceğini gösteriyor ve araştırmacılara Dünyanın ötesindeki yaşam işaretleri için zihinlerini açmalarını tavsiye ediyordu.
Bununla birlikte diğer bilim insanlarının yönelttiği bazı eleştiriler bu mikropların gerçekten arsenikte yaşayıp yaşamadıkları konusunda şüphelerin belirmesine neden oldu. Tıpkı Mars meteoridi ALH84001’de yaşam işareti olup olmadığını anlamak için olduğu gibi bu iddiaların doğruluğunu görmek için de beklemek gerekiyor.
4. Güneş uyandı
Güneşteki sıra dışı düşük aktiviteden sonra, yıldızımız güçlü solar alevler ve büyüleyici arora görüntüleri yaratan büyük fışkırmalar içeren bir patlamayla aniden uyandı. Güneşteki bu aktivite güneş lekeleri, lav ve manyetik aktivitenin artıp azaldığı 11 yıllık devirler halinde devam etti. Anlaşılmaz bir şekilde yakınlarda sona eren son güneş devri, bilim insanlarının açıklamakta güçlük çektikleri denli uzun ve cılız bir seviyedeydi.
Güneş şimdi bu durgunluktan sonra aşırı aktif bir dönemin ortasında. Bilim insanları bu değişikliklerin Dünyada daha önce görülen El Nino benzeri iklim değişikliklerine neden olabileceğini düşünüyorlar.
5. Karanlık madde bulundu mu?
Bilim insanlarının hesaplamalarına göre evrendeki maddenin yüzde 80’ini kaplayan karanlık madde, ismini, maddenin uzay bilimcilerin araçlarıyla temel olarak görünmez kalmasından alıyor. Bu durum hala bilimdeki en büyük gizemlerden biridir.
Bununla birlikte bu yıl astrofizikçiler sonunda karanlık madde işaretlerinin izini sürdüklerini iddia ettiler. Bu iz bu maddenin doğasını açıklayabilirdi. Bazı bilim insanları ise bulunması bu kadar zor olan bir şeyin bulunduğuna ikna olmadılar.
Bir görüşe göre karanlık madde parçacıklarının anti-parçacıkları vardır ki bu da onların temas halinde birbirlerini yok ettikleri anlamına gelir. Her halükarda, araştırmacılar karanlık madde işaretlerinden birinin bu birbirini yok etme sırasında oluşan gama ışınlarının tetiklediği patlama olabileceğini düşünüyor.
Fermi Gama-ışını Uzay Teleskopu umulduğundan daha parlak bir galaksinin en merkezi noktasında gama ışınları tespit etti. Araştırmacılar bunun eğer varsa anti-parçacıklarla aynı uzayı paylaşan, yoğun bir şekilde sıkışmış karanlık madde parçacıklarından kaynaklanan yok oluşlardan ileri gelmiş olabileceğini öne sürdüler.
Evrenin big bang'den sonra 13.4 milyar yaşındaki (şu andaki) halinin simülasyonu. Parlak noktalar karanlık maddenin yoğunlaştığı yerleri gösteriyor
Bu ışımayla ilgili veri, karanlık maddenin bir protonun yaklaşık altı katı kütleye sahip WIMP (weakly interacting massive particles -düşük dereceli etkileşen ağır parçacıklar) olarak bilinen parçacıklardan meydana gelmek zorunda olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar aynı zamanda çapraz-kesit olarak bilinen bir özellik hesapladılar. Bu özellik bir parçacığın diğerleriyle nasıl etkileştiğini betimler. Bu bilgi karanlık maddeyle ilgili kavrayışımızda dev bir sıçramayı temsil ediyor.
Sadece tek bir kuyruklu yıldızla randevusu olmayan, iki kuyruklu yıldızla ilgili ilk araştırmayı yapan Deep Impact uzay aracı, Hartley 2 kuyruklu yıldızını takip etmek için fazladan 2,9 milyar mil (4,6 milyar kilometre) yol yaptı.
Deep Impact öncelikle 2005 yılında, uzaktan bileşim ölçmeyi sağlayan darbe ölçerinin çarptığı Comet Tempel 1’i ziyaret etti. Bu başarıdan sonra NASA, uzay aracının son bir yolculuk için daha yeterli yakıtı olduğunu fark etti. Hartley 2 görevi, fıstığa benzeyen kuyruklu yıldızın, küçük ölçüsüne oranla aşırı aktif olduğunu ortaya koydu. Hartley 2 karbondioksitle karışık siyanür demeti püskürtüyordu.
7. Evrensel sabit o kadar da sabit değil mi?
İnce yapılı sabit ya da alfa denilen elektromanyetik kuvvet şiddeti gibi temel sabitler, isimlerini her yerde aynı olmalarından alırlar. Bununla birlikte uzak galaksileriyle ilgili son gözlemler alfanın bütün evren boyunca değişebileceğini ortaya koyuyor. Bunun anlamı ışığın hızının ya da elektron yükünün şiddetinin bulunduğunuz yere göre değişebileceğidir.
Bazı araştırmacılar 20 yıl önce ince-yapılı sabitin zamanla değiştiğini ortaya koyduğuna inandıkları bir kanıt buldular.
Copyright Dr. Julian Berengut, UNSW, 2010
Havai'deki Keck ve Şili'deki ESO Very Large Teleskobundan göründüğü haliyle i nce-yapılı sabit alfanın çift kutuplu varyasyonunun ilüstrasyonu
Bu yıl hem kuzeydeki hem de güneydeki gökyüzünü tarayan, Hawaii’deki Keck Teleskopundan ve Şili’deki Very Large Teleskopundan gelen verileri analiz eden bilim insanları alfanın uzayda değiştiğine dair kanıt buldular. Kuzey gökyüzü için ince-yapılı sabitin, görünüşe göre artan mesafeyle birlikte azaldığı, güney gökyüzü için ise tam tersinin doğru olduğu ortaya çıktı.
Haydar Ergülen en sevdiğim şairlerden. Her şeyden önce inanmadığı dizeyi yazmıyor. Dizelerle ördüğü bir sahiciliği var. Bu da ona dilden yaşama, yaşamdan dile bir geçişkenlik kazandırıyor. Ergülen’de dilin, özel olarak da şiirsel dilin neredeyse ontolojik bir gerçekliği var. Bu gerçekliği son kitabında “zarf” metaforuna aktarmış gibi gözüküyor. “Ruha yolculuk”, “dile itina veren” mektup, “zarflanmasa da olur” Ergülen’e göre; ama işte, alışmışızdır “zarfa değil mazrufa bakılır” demeye. Demek ki zarfı mazruftan ayıramayız, mazrufu da zarftan. Böylece “Zarf” adeta tersten bir şiir monadolojisine dönüşür:
“Bir mektubun bir zarfa sığması anlaşılır:
bir ev olmak içindir
kendine kapalı, herkese açık”
Böyle bir mektup adresini bilir, ama ereksel değildir, sürprizlerle doludur. Bir kerelik olsa da, zarfını eskitir ya da yeniler ya da ondan vazgeçer ya da ona bir fırsat daha verir. Bilemeyiz. Mektup: şairlere açılan bir kapı, dostlukların temel harcı, ötekine açılmanın aracı, göz ile nizam arasındaki mesafenin açıklığı…
“bir ulaşsa yerine
skandal çıkacak bütün zarflardan
kimse mektup beklemediği için
inanmış gibi yapıyoruz birbirimize
oysa mektuplarda büyük romanlar vardır
kahramanların zarflarda eskimesi bundan”
Mektuplar hayal kırıklıkları, umutlar, karşılaşmalar, beklentiler, ama en çok da suskunluklarla gelir. Belki de Ergülen’in dili azaltması, dili damıtması bundandır. Ama bazen de çoğaltır şiiri, gündelik bir meseleden bahseder gibi fazla fazla, bol bol konuşur. Şiir bir gel-git halinde yazılır. Dilin dile geldiği yerde hakikat boy verir, hakikatin gözüktüğü yeri suskunluk kaplar. Belki de şiire imkan veren bu paradokstur: onu bulduğun anda kaybetmek:
“ben şiiri kazmadım ki hiç olunca yazdım
sonra da çiftçilik şiirden iyidir fikrine vardım”
Ama işte, her mektup bir kez yazılır, bir kez yollanır, bir kez karşılanır. Her mektup yeni bir mektuptur ve her birinin ayrı birer ruhu vardır. O mektuplar ki “büyük unutuluş haritasında adreslerini bulur ve orada kaybolur”. Hiçe karıştılar da diyemeyiz, ebediyen var olacaklar da… Onlardan geriye bir iz kalır, o izle mektuplar yeniden yazılır, yeniden gönderilir, sırlar unutulur, mazruf zarfa karışır. Ve işte orada yersiz-yurtsuzluk başlar. Mektup-zarf, kitap-zarf, şiir-zarf…
“Ben şimdi Çarşamba Postanesinde unutulmuş bir memur gibi
yazıyorum mektubu hiç gelmeyene, hep mektup bekleyene
bazen de bakıyorum içime posta kutusu bomboş yazıyorum
atıyorum kendime siz de yazın içinize yazın ki bu yalnızlık
değildir, “Ben seni kimseler beklemezken bekledimdi” demektir,
aşk gibi, şiir gibi, çocukluk gibi, kimseler beklemezken beklemektir
ve güzel bir geçmiş olarak kendinize yaz/ı yazmak demektir."
Türkiye'de sıklıkla transcinsel cinayeti işleniyor. Bu cinayetlerin karşısında bugün daha örgütlü bir kesim olsa da toplumun geneli konuya duyarsız. Transcinseller bir yandan var olma savaşı verirken, diğer yandan da topluma derdini anlatmaya çalışıyor. Ancak bu öyle pek de kolay değil. Yüzyıllar içinde oluşmuş ahlaki yargılar, geleneksel kalıpların modernliğin melez kimliklerine karşı gösterdiği direnç farklı kimliklerin kabullenilmesinin kolay olmayacağını gösteriyor. Oysa toplumun kabullenip kabullenmemesinin ötesinde ortada gerçek yaşamlar var. Herkesin seks işçisi, travesti diye ötekileştirdiği insanlar soluk alıyor, arkadaşlıklar kuruyor, aşık oluyorlar. "Travesti" kimliği altında adlandırdıklarımızın gerçek bir yaşamı olduğunu unutuyor, onları kendi yaşamlarımızdan öteleyip ayrı bir alana hapsediyoruz. Böylece bir transcinsel cinayeti işlendiğinde tetiği çeken biz olmasak bile konu bizim dışımızda kalmış oluyor. Öyle anlaşılıyor ki "Teslimiyet -Other Angels- filmi bu mesafeyi kısaltmak için yola çıkmış. İstanbul Tarlabaşı'nda 3 arkadaşıyla yaşayan seks işçisi Sanem'in hayatını anlatan Teslimiyet belli ki dertleri olan bir film. Hayatın gerçekleri karşısında çocuk masumiyetinin aldığı naif hal, farklı kimliklerin karşılaşmasının doğurduğu beklenmedik sonuçlar, kendini bir başkasına teslim etmenin zorluğu... sinopsis üzerinden sezilebilecek belli başlı temalar. Sanıyorum biz izleyici olarak bütün bu temaları transcinsel Sanem üzerinden takip ediyoruz. Böylece hem özel olarak transcinseller için yaşamın ne kadar zor olduğunu görüyoruz, hem de kimliklerin ötesinde bütün meselelerin nasıl iç içe geçtiğini... Felsefe çıkışlı Emre Yalgın'ın (ekşi sözlüğün yalancısıyım) filmi Teslimiyet "içeriden dışarıya", "dışarıdan içeriye" bir film olabilir. En azından trailerın ve snopsisin bende yarattığı beklenti bu yönde. 17 Aralık Cuma günü gösterime girecek olan filmin yolunun açık olmasını, LGBT'lerin mücadelesine anlamlı bir katkı sunmasını diliyorum.
Filmin sitesi: http://www.teslimiyetfilm.com/
Trailer:
Teslimiyet "Other Angels" from blogmatt on Vimeo.
Filmin sitesi: http://www.teslimiyetfilm.com/
Trailer:
Teslimiyet "Other Angels" from blogmatt on Vimeo.
14 Aralık || Hepimiz Bilirkişiyiz, Yıktırmıyoruz!
İstanbul Film Festivali açılış gecesinde öten"zart"larla "Yıktırmıyoruz!" diyerek yola çıktık.
Vaveyla'nın "Vicdan" başlıklı yazısını okuduktan sonra, 2008 yılındaki Aralık isyanı sürerken kaleme alınmış bu yazıyla vicdan tartışmasına ufak bir katkıda bulunmak istedim...
Türkiye Yunanistan olur mu?
Baştaki sözü sona saklamak gereksiz bu bahiste. Ulusalcılarımız rahat olsun. Her türden milliyetçimiz, muhafazakârımız, “ordu göreve”cimiz rahat olsun...
VİCDAN
Bu kavramla tanışıklığımın bir tarihini kestirebilmem mümkün değil. Belki de kavramla daha tanışmadan pratiğiyle tanışmışımdır, bunu da kestiremiyorum. Ama söz konusu tanışmanın gerçek anlamda bir tanışma anlamını taşıması gerekiyorsa, bunun miladı;
Julian Assange
“Yeni bir dünya göreceğiz. Küresel tarih yeniden yazılacak”
2006 yılında kurulan Wikileaks'in yükselttiği bu iddianın tarihe "altın harflerle yazılması" isteğine binaen spotu altın sarısı tonlarına çektim!
07 OCAK 2001; İçeriden Mektubunuz Var...
19 Aalık 2000 tarihinde, Türkiye'deki 20 cezaevine eş zamanlı operasyonlar gerçekleştirildiğinde Edirne'de öğrenciydim. Gecenin geç saatlerinde evdeki arkadaşlarla yer yatağımızda yatarken birden televizyonlarda bu operasyonlarla ilgili görüntülere, haberlere tanık olduk. Haberin detayları bizi giderek daha fazla bir dehşetin içersine sokuyordu. Biz dışarıda televizyonların başındayken, bakın o sırada içeride neler yaşanıyormuş... On yıl sonra katliamın duruşmalarının ancak başlatılabildiği şu günlerde, operasyonun Bayrampaşa Cezaevi ayağını bire bir yaşamış bir isimden, H. Selim AÇAN'ın sonrasında zor şartlarda dışarı çıkarttırmayı başardığı mektubundan aktaralım:
19 Aalık 2000 tarihinde, Türkiye'deki 20 cezaevine eş zamanlı operasyonlar gerçekleştirildiğinde Edirne'de öğrenciydim. Gecenin geç saatlerinde evdeki arkadaşlarla yer yatağımızda yatarken birden televizyonlarda bu operasyonlarla ilgili görüntülere, haberlere tanık olduk. Haberin detayları bizi giderek daha fazla bir dehşetin içersine sokuyordu. Biz dışarıda televizyonların başındayken, bakın o sırada içeride neler yaşanıyormuş... On yıl sonra katliamın duruşmalarının ancak başlatılabildiği şu günlerde, operasyonun Bayrampaşa Cezaevi ayağını bire bir yaşamış bir isimden, H. Selim AÇAN'ın sonrasında zor şartlarda dışarı çıkarttırmayı başardığı mektubundan aktaralım:
Şimdi efendim denilebilir ki bu basın açıklamaları, duyurular neden buraya konuluyor, isteyen arar, bulur, açar okur. Ama işte kazın ayağı ne yazık ki öyle değil. Bazı etkinlikler, duyurular internet ortamında bile çok az yayılabiliyorken merkez basında neredeyse hiç yer almıyor. Kadınlara, transcinsellere yönelik şiddet, askerlikle ilgili olaylar (bu biraz değişmeye başladı), nicelikçe küçük muhalif grupların eylemleri, duyuruları ya üçüncü sayfa haberi olarak kalıyor ya da işte ancak birkaç blogda arz-ı endam ediyor. İşbu sebeplerden dolayı sözü İstanbul Feminist Kolektife bırakıyorum...